BAKMAK ve GÖRMEK

Bakmak şahitliği, görmek derinliği ifade eder.

Bakmak sadece gözle olur, görmek ise akıl, kalp ve gözün devreye girmesiyle gerçekleşir.

Bakmak bir göz hareketi, görmek bir şuur faaliyetidir.

Bakışta geçicilik, görüşte seçicilik vardır.

Bakmak en fazla tanımakla, görmek anlayıp kavramakla sonuçlanır.

Bakınca yalnız seyrederiz, görünce bir hükme varırız.

Bakmanın üst seviyesi tanımak, görmenin ki ise yaşamaktır.

Bakan kişi anlatır, gören kişi sorgular ve yorumlar.

Bakınca kenardan tutarız, görünce iki elle sarılırız.

Bakınca severiz, görünce hayran oluruz.

Sadece bakmayalım.

Görelim.

Görmenin gereği için de çalışalım inşallah.

Zeki Çalışkan

HAKPERESTLİK ve AİDİYETLERİMİZ

İnsan olarak herhangi bir sosyal grupla irtibatımızın veya daha hususi manasıyla o sosyal gruba intisâbımızın temelinde söz konusu teşekkülün hak oluşu, hakkın hizmetkârı, dava edicisi ya da sözcüsü oluşu, haktan yana oluşu vardır. Ferdin şuuru, farkındalığı ve bağlılık hissinin derecesiyle merkezden muhîte doğru ifade etmeye çalıştığım bu sâikler elbette hayatîdir. Hususiyle manevi arka planı olan aidiyetlerimizde iş bu “Hakk” olma vasfı mevzunun en mühim noktasını teşkil eder. Zîra, bu husus ebediyyete müteallik netîceler tevlîd eder (meydana getirir).

Hak din, Hak Mezhep, Hak Yol terkiplerinde ifadesini bulan bu ‘hakikate tekâbül etme’ ya da en azından ondan bir cüz olma durumu min vechin ittifaklarımızın, min vechin ihtilaflarımızın sebeb-i vücûdudur. Yahut ferdin telakki tarzına göre cem edici de olabilir, tefrik edici de. Kadîm bir problemdir. Halli ise pek müşkil.

Avâmın âidiyetleri hakkındaki mutlaklaştırıcı bakış açısı esasında fıtrîdir ve dolayısıyla normaldir. Hatta belki de istifadesi için faydalı ve daha da ötesi zaruridir. Sosyal grubun en geniş alt katmanını teşkil eden bu kalabalık grubun tamamının şüpheci ya da sorgulayıcı bir tarzla hep tahkike yönelmesini beklemek, ısrarla taklidi terke yönlendirmeye çalışmak belki onun taşıyamayacağı sıkletleri sırtına yüklemeye çalışmak olarak değerlendirilebilir. Bunun da o grubun dağılmasına ve cemaatin tükenmesine müncer olacağı az çok psikoloji ve sosyolojiden anlayan insanların tahmin ve takdir edebileceği bir akibettir.

Bu nedenle bir sosyal yapının ilmiye zümresi ve teorisyenleri ile taklid ehli müntesipleri arasındaki ifade/ istifade münasebetinin bu sosyolojik gerçeğe göre inşa edilmesi gerekliliği asla göz ardı edilmemelidir. Yani bu diyalogda muhatap, bilgi eksikliği olan ve takıldığı her hangi bir meselede istifsarda bulunan (soru soran) mukallit biri bile olsa aslî gayenin hak üzere müstakîm olarak devam etmek olduğu asla unutulmamalı, bu istikameti sarsacak fazla ve lüzumsuz izah ve talimden hazer edilmelidir (sakınılmalıdır). Kısaca ilaç hastalığın şiddetiyle mütenasip olarak uygulanmalı ve fazla dozdan kaçınılmalıdır.

Meselenin bu kısmında esasen anlaşılmayacak, beyâna muhtaç bir yön bulunduğunu düşünmüyorum. İzaha çalıştığım bu duruşun, ilmî merkezler ve tâbî konumdaki avâm muhitler itibariyle, ayrıca bilgi kaynakları açısından bundan 15-20 yıl evveline kadar ferdî/ictimâî hayata uygunluğundan da asla şüphe duymuyorum. Fakat benim asıl maksadım ve bu yazıyı kaleme alış gayem şu ki; modern insan ya da moderniteden etkilenmiş müslüman fert, gerek her türlü bilgiye ulaşmadaki hızı sebebiyle, gerekse aldığı eğitimin her kademesinde hiç de hak etmediği halde şişirilen egosu sebebiyle hiçbir alanda avâm olduğunu kabul etmemektedir. Başka bir ifadeyle mâlûmâtfuruşluk ile ehl-i ilim olmanın farkını anlayamayan ve ihtisas seviyesiyle genel kültür düzeyi arasında fark görmeyen bu arızalı telakki modern dönemde eğitim ve kültür seviyesi katmanları arasındaki ton farkını flulaştırmıştır. Hakiki ilim ehli, herkesi her meseleyi idrakte istidâtlı görmek ile herkesi her meselede anlama kabiliyeti yetersiz olarak görmek arasında bocalamaya ve mevzuları izaha nereden başlayacağı hususunda karasızlık yaşamaya başlamıştır. Ama vaziyet bununla da kalmamış yani sadece mesâil-i ilmiye (ilmî meseleler) avâma inmemiş, fakültelerdeki meddahlığa endeksli hoca-asistan münâsebetleri avâm seviyedeki nice insanın hakiki bir liyâkat ve kifâyet elde etmeksizin üniversite kürsülerini işgal etmesiyle iş iyice çığırından çıkmıştır. Yüksek öğretim kurumlarında torpile, müdâheneye, yağcılığa dayalı seviyesiz ilişkilerle akademik kariyer elde etmiş böyle öğretim üyesi taslaklarının meseleleri edebiyatla süsleyen indirgemeci ve sloganik üslûbu avâm üzerinde dehşetli bir tesir icrâ etmiştir. Zira bu insanlar takipçilerini “öyle çok ihtisasa lüzum yok, siz de her meselede müstakil kanaat sahibi olabilir hatta içtihad edebilirsiniz” cümleleriyle okşayıp cesaretlendirerek ilmin mümtâziyetini ve saygınlığını zedelemişlerdir. Ancak ulemâ arasında medâr-ı müzâkere olabilecek çok dakîk ve nazik meselelerin televizyon ekranlarında tartışılır hale gelmesi, hakkı arama gayesi olmayan ve kendi kanaatine mutaassıbâne sarılmış, şahsî reklamının ve şöhretinin derdine düşmüş kişilerin sadece birbirini açığa düşürmek kastıyla münazarada bulunmaları, bu programları izleyen binlerce insanın akidevî, amelî ve ahlakî savrulmalar yaşamasına sebep olmuştur.

Artık bu insanlar, kulaktan dolma bilgilerini o derece sarsılmaz ilmî veri olarak telakkî etmekteler ki en hassas meselelerde “bence” ile başlayan kanaat cümleleri kurmakta hiçbir beis görmemekteler. Yani cehl-i basitler ahir zamanda cehl-i mürekkebe intikal etmiştir.

Cehalaleti mürekkep olanın hakikat anlayışı ise kendi mezhep ve meşrebini “hak” olmaktan “yegane hak” olmaya yükseltmiştir. Bunun dolaylı neticesi ise kişinin o mezhep ve meşrepten olmayan herkesi batıl ehli görmesi ve ötekileştirmesi olmuştur. Artık yukarıda bahsettiğimiz izafetler birer iftirak tohumuna dönüşerek müşterek büyük aidiyeti zaafa uğratmaktadır. İlimsizlik bozuk kafalarda iman/küfür sınırı bırakmamış, tekfir okları pervasızca fırlatılır olmuştur. Cehaletle iyice şişen taassup, mezhep ve cemaat farklılıklarını mümin/kafir ayrımı olarak telakki etmeye sürüklemiştir.

İşte tam da böyle bir vasatta müstakîm ve ihlaslı ilim ehli indirgemeci olmadan, hakkı batıla bulamadan insanlara hakikati anlatabilmenin başka usullerini de keşfetmeli, hatta îcâd etmeli, “Hak buradadır” demekle “bura da Hak’dır” demek arasındaki farkı avâma da anlatabilmelilerdir.

Yani ilim ehli artık ”müntesiplerimiz, muhibbânımız böyle telakkî etse de olur, onların istifadesi bu şekildedir” demek lüksüne sahip değildir. Zira bu durum Mutlak Hakikat olan dinî müşterekliğimize zarar verir hale gelmektedir. Yanlış-eksik bilginin, yanlı-hatalı yorumun, meyânından koparılmış aktarımların teknolojinin yeni icatlarıyla süratle tedâvül ettiği, uhrevî mes’ûliyet hissi taşımayan hevâsına râm olmuş sahte hocaların kanal kanal dolaşıp zehir saçtığı modern zamanlarda avâmın hurâfe ve taassubunu âidiyetlerimizin hayat kaynağı haline getirmemeliyiz. İhtisas sahibi alimler kılı kırk yararcasına bir dikkat ve itinâ ile “Hakka nisbeti bulunmakla”, “ yegane Hak olmanın” farkını tüm tâbîlere anlatmalı, ilmin mehâbetini taşıyan kucaklayıcı ve kaynaştırıcı bir dilin doğuşuna vesile olmalılardır.

Muhtelif mezhep ve tarîkler içinden birini râcih diğerlerini mercûh kılacak sebeplerin bulunması zaten ait olduğumuz yeri tercihimizi mâkul kılan şeydir. Bir fazilet farkına inanmak, nispette akrebiyyet iddia etmek elbette tabiîdir ve bu kadarı herkesçe anlaşılabilirdir. İç bünyede kalmak şartıyla bu efdaliyet ve akrebiyetlerle iftihar edilip o nimet-i maneviyyeye şükran ifadelerinde bulunmak da eşyanın tabiatı gereğidir. Ama bu telakkîlerin âidiyetimiz dışındaki grupların hakka olan izafetlerini inkar retoriğine dönüşmemesi, tahkir, tezyif diline inkilap etmemesi ve nihayet nefret halini almaması gerekmektedir. Hatta muhataba saygının bir gereği olarak kendi aidiyetimize dair efdaliyet ve akrebiyet telakkimiz dışarıya karşı gerekmedikçe ve hususi bir maslahat olmadıkça zikredilmemeli, İslâmî ve ahlakî nezaket ve nezafete riayet edilmelidir.

Müktedâmızın (önderimizin) gayrına sebbetmek (hakaret etmek) ona olan nisbeti takviye ya da tahkim eden bir husus asla değildir. Devamlı sun’î rakip ve rekabet oluşturma ve onunla meşgul olarak aidiyet ispat etme tavrı esasında mutmain olmayan kalplerin yanlış noktada bir itmi’nan arayışından ibarettir. Öyle bir yanlış nokta ki şeytanı sevindirmekte, Müslümanları parça parça etmekte, kardeşlik bağlarımızı zedelemektedir.

Bir Müslüman için Kelâm-ı Kadîminde şüphesiz en mükemmel ef’âl , etvâr ve ahlak ölçüleri vaz eden Allah Teâla Enam Suresi 108. Ayette müminlere ;

وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِم مَّرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

“Onların Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah’a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi böyle süslü gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verir.”(Enam Suresi -108) buyurarak; müşriklerin Allah’tan mâadâ taptıklarına dahi (onların galeyân ile infiâline müncer olacak ve taassuplarını tetikleyecek surette) sebbetmeyi yasaklamaktadır.

Ümmet-i davet olan müşrikler için bize öğretilen bu diyalog ve müzakere üslûbu ümmet-i icabet olan biz müminler arasındaki aidiyet farklılıklarında evleviyetle riayet edilmesi gereken bir usul ve üsluptur. Şüphesiz Kuran’ın bize emrettiği bu usul müminlerin uhuvvet hissini takviye eden birçok nükteler barındırmaktadır.

Nitekim; Allah’ü Teâla razı olduğu kullarının vasıflarını beyan buyurduğu muhtelif ayetlerinde onları “(Müminlere karşı tezellül, alçak gönüllük sahibidirler), (Birbirlerine karşı merhametlidirler) vasıflarıyla tebcil etmektedir. Dikkat edilirse bu ayetlerdeki müminler sadece ‘iman’ müşterek vasfıyla bu tevazu ve merhamete terğîb ve teşvik olunmaktadırlar.

Kuran hiçbir kayıt koymaksızın ve üstelik tarik-i kasır ile “Müminler ancak kardeştir” buyururken, kimsenin müminler tavsifini başka vasıflarla takyid etmeye hakkı bulunmamaktadır. Sûfiyyenin büyüklerinin dahî şiddetle karşı çıktığı Zahir-Batın, Kabuk-Öz gibi ayrımlara giderek uhuvvet hislerimizi zayıflatmak asla tasvip edilemez. Müşterek izafetimiz olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat aidiyetimiz her türlü nispetin üzerinde tutulmalı Kur’an-ı Hakim’in ve Sünnet-i Sahiha’nın bu noktada tesis ettiği kardeşlik bizi her türlü iftirak ve infiraddan muhafaza etmelidir.

Artık her dini grup ve cemaat memur olduğumuz bu uhuvvet ufkuna hizmet etmeli, İslam kardeşliğine vurgu yapmalı, muhabbet beslemedeki usûlî yanlışlık ve ifratla bünyede muzir telakkilerin oluşmasına sebebiyet veren kaba softaların ağızlarına mühür vurmalıdır. Aksi durum ümmeti kolayca yenilip hazmedilebilecek küçük gruplara ayırmaya ve bizi mutlak küfre karşı zayıf ve zelil kılmaya devam edecektir.

Bu yazdıklarımın, cemaat, tarikat ve hatta mezhep karşıtlarının dile getirdiği argümanlarla hiçbir ilgi ve alakası bulunmamaktadır. Bilakis mezhepsizliğin veya tasavvuf aleyhtarlığının hangi mülahaza ile olursa olsun mutlak idlâl edici (saptırıcı) cereyanlar olduğundan hiçbir kuşkum da yoktur. Fakat Hakikate uzak-yakın izafeti olan mezhep ve cemaatlerin ümmet mefhumunu umursamaz bir şekilde sadece kendi nisbî hakikatlerine ve gündemlerine odaklanmaları ve ümmet kardeşliğinin cemaat kardeşliği yanında neredeyse fark edilemeyecek derecede silikleşmesi hatta unutulması iş bu tasavvuf aleyhtarlarının ekmeğine yağ sürmektedir.

Eğer va’z-u irşadın merkezine rüyalar, vâkıalar, keramet nakilleri, emniyet telkîn eden cennet tebşirleri yerine âyât-ı münzele ve ehâdis-i nebeviyyeyi getiremezsek dini yaşayışımıza edile-i asliyye değil rivayet ve hikayeler hâkim olacaktır. Şeriatın hak etrafında ictima ve tevhidden ibaret özü, hakikati sahiplenmede inhisâra ve hased pratiğine, gerçek tasavvufun tevazu ve mahviyet (alçakgönüllülük) bahşeden ruhu gizli kibir ve istiğnâ retoriğine kalb olacaktır.

Yakînî olmayan makbulâtımızın neşesini sadece kendi hâs dairemizde ve gönül dünyamızda yaşayabilme erdemini elde etmemiz, hüsn-ü zanna müstenid itikat ve kanaatlerimizin başkaları için kat’iyyet arzetmediği gerçeğini idrak etmemiz, benzer kabullenişlerin dış bünyeden muhataplarımız için de söz konusu olduğunu unutmamız gerekmektedir.

Hasılı ‘Hak’ en büyük davamız, ‘uhuvvet’ yegâne devâmız olmalıdır.

Burhanettin Çağırıcı

MİMARİ YOZLAŞMA MES’ELEMİZ

Selçuklu ve Osmanlı dönemi yapılarındaki zarafet, estetik, incelik, işçilik maalesef Cumhuriyet sonrasında yerini zevksiz, kaba, nobran, ruhsuz, estetikten uzak, mimari güzelliklerden nasiplenmemiş beton yığınlarına bıraktı.
Cumhuriyet’in 100. yılına girilirken mimari değeri hâiz, özgün eser niteliğinde gösterebileceğiniz yapı sayısı bir elin parmaklarını geçer mi?
Hiç sanmam.
Geleneksel Türk mimarisinin seçkin örneklerinin hep Cumhuriyet öncesi döneme ait olduğu tespitini rahatlıkla yapabiliriz.
Bugün hâlâ bize eşsiz mimari örnekler bırakmış olan Mimar Sinan’ın eserleriyle övünüyor olmamız ayıp olarak bize yetmez mi?
Osmanlı, Selçuklu ve diğer Anadolu medeniyetlerinden kalan eserler olmasa turistlere nereleri gezdirecektik?
İşin daha ilginci, devraldığımız tarih ve kültür mirasını lâyık olduğu şekilde muhafaza etmeyi bile becerebilmiş değiliz.
Bu açıdan baktığınızda Cumhuriyet döneminin inşâ değil, adeta yıkım dönemi olduğu görülür.
Maalesef bu acı bir gerçektir.
Merhum Mehmet Akif bunu muhteşem tespit etmiştir:

Çünkü mektep yapacakmış. Ne kolay söylemesi!
Bir kümes yaptığınız var mı ki, bir kaz kümesi?
İnkılâp ümmetinin şânı yakıp yıkmaktır.
Size çılgın demeyen varsa kuzum ahmaktır.
Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?
Onu en çolpa herifler de emin ol becerir.
Sade sen gösteriver “İşte budur kubbe!” diye
İki ırgatla iner şimdi Süleymaniye.
Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhât, o zaman,
Bir Süleyman daha lâzım yeniden, bir de Sinan…

Mesela bir Taksim Kışlası vardır; güzelliği dillere destandır, yıkmışlardır.
Çok yazık olmuştur.
İsmet İnönü yıkmıştır.
Buna benzer Atiye Sultan Sarayı, Nazime Sultan Köşkü, Ali Paşa Sarayı, Rami Kışlası gibi daha onlarca güzide eser gaflet, dalâlet belki de hıyânete kurban edilmiştir.
İşin enteresan yanı, bu yıkımların umumi bir itiraz ve reddedişe sebep olmamasıdır.

Koca bir milletin kültür mirasının en nadide örneklerini gözlerini kırpmadan katledenler maalesef hiçbir direnişle karşılaşmadılar.
Bugün şöyle bir etrafınıza baktığınızda göreceğiniz manzara; ucûbe yapıların etrafımızı çepeçevre kuşatmış olduğudur.
Bu ülkede Mimar Sinan’ın torunlarına yakışır, mimari zarafet kaygısı taşıyan bir tek mimar kalmadı mı?
Bir tek belediye başkanı kalmadı mı?
Mimar demek, belediye başkanı demek ruhsuz beton yığınları dikilmesine nezaret etmek demek mi?
Bunun için mimara ne gerek var?
İki kalfa bunu yapamaz mı?
Sokak çeşmelerinde, köprülerde, çatılarda, bacalarda dahi estetik kaygı güden bir ecdadın torunlarına bugünkü vaziyetimiz hiç yakışıyor mu?
Dedelerimiz tren istasyonlarına bile sadece bir istasyon nazarıyla değil adeta bir sanatkâr nazarıyla bakmaktan vazgeçmeyen bir zevke sahip bulunuyorlardı.
Sirkeci ve Haydarpaşa Garlarındaki o ihtişam ve zarafet bugün hangi tren ve otobüs istasyonunda var?
Bir, 25 yıllık Esenler Otogarına bakın, bir de yüz küsur yıllık Sirkeci Garı’na…
Kararı kendiniz verin.

Faruk Türk

Untitled

Müslüman..!

Bulunduğu kabın şeklini almaz, bulunduğu kaba şekil verir…

Kitabına uydurmaz, kitabına uyar…

Ortamın rengini almaz, ortama rengini verir…

“Ne derler” diye bir derdi olmaz , “İslâm ne der” diye bir derdi olur…

Adnan Bayraktar

CEMÂATİN BUGÜNKÜ YAPISINDAN “ÂLİM” ÇIKAR MI?

Başlangıçtan beri cemâatin en temel iddialarından birisi “hoca/âlim” yetiştirme iddiasıdır. Cemâati yakından tanıyan herkesin çok iyi bildiği bu hususun hangi oranda gerçekleştirilebildiği ise tartışmalıdır. Bu soruya verilecek cevap da aslında “âlim/hoca”dan ne kast edildiği ile doğrudan ilgilidir.

Eğer “âlim/hoca” ile kastedilen, cemâatin yurtlarında temel dînî bilgileri çocuklara öğretecek ve müfredâttaki ders kitaplarını okutabilecek kadar bilgili personel yetiştirmek ise bu hedefin büyük oranda gerçekleştirildiğini söylemek mümkündür.

Fakat “âlim/hoca” yetiştirmek ile kastedilen, Temel İslâm Bilimleri (tefsîr, hadîs, kelâm, fıkıh, tasavvuf, mezhepler tarihi vb.) alanında ihtisâs sahibi insan yetiştirmek ise bu şekilde bir hedefin gerçekleştirilebildiğini söylemek mümkün değildir. Zira cemâatin bir asra yakın geçmişinde bahsi geçen alanlarda yetişmiş ve ümmete mal olmuş tek bir isim göstermek mümkün değildir.

Esâsen cemâatin şu anda ve yakın geçmişte böyle bir gâyeye sahip olduğunu söylemek de mümkün değildir. Çünkü mevcut program ve uygulanışı, bu şekilde bir gâyeye sahip olunmadığını açık bir şekilde göstermektedir.

Oysa cemâatin kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin “Neden kitap yazmadınız?” sorusuna cevâben söylediği şu sözleri, kuruluş aşamasında bu şekilde bir gâyenin varlığını ispatlamaktadır:

“Selefin mum ışığında yazdığı paha biçilmez hazine misali eserlerin toprağa gömülerek çürüdüğünü, bakkallara satılarak çöplüklerde çiğnendiğini, bir kısmının da kütüphane raflarında tozlanmış ve çürümeye terk edilmiş olduğunu gördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, din ilimleri yok olmaya yüz tutmuş olan bir zamanda, kitap yazmaktansa, yazılan ilmî eserleri anlayarak anlatacak ve ilmi satırdan sadra intikal ettirip yaşatacak talebe, yani canlı kitap yetiştirmeyi daha lüzumlu buldum.”

Buna göre o, o günkü şartlar içerisinde kitap yazmaktansa geçmişte âlimler tarafından yazılan eserleri okuyup anlatacak “âlim/hoca” yetiştirmeyi daha zarûrî ve hayâtî görmüştür.

Bu sözler, kitap yazılmaması gerektiği anlamını da içermemektedir. Tam tersine ilmî eserleri okuyup okutacak ve onların üzerine bir şeyler ekleyecek nesil yetiştirme ihtiyaç ve hasretini ifade etmektedir.

Nasıl olduysa onun ortaya koyduğu bu ulvî gâye, zaman içerisinde yalnızca yurda personel olabilecek kadar ilim seviyesine sahip insan yetiştirmeye indirgenmiştir. Tabiri caizse kemmiyyet/sayısal çokluk, keyfiyyetin/vasıflı ve liyâkatli olmanın önüne geçirilmiştir.

Bunun sebepleri ve sonuçları üzerinde söylenecek çok söz olmasına rağmen şimdilik -çoğu yanlış işlerde olduğu gibi- bunun da arkasında yatan en büyük âmilin, idâreci konumunda bulunanların yanlış uygulamaları olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki ilim ve ders okutmak ile meşgul olan hocaların tamamı, bulundukları bölgenin idarecisinin tasarrufu altındadır. Yanlış bile olsa onun emir ve direktiflerinin dışına çıkamamaktadırlar. En küçük bir itiraz ya da tenkitleri, hocaların şiddetli ve diğerlerine ders olacak şekilde cezalandırılmalarına sebep olmaktadır.

Sayıca zaten çok az olan ilme, okumaya, araştırmaya, incelemeye, kitaplara vs. düşkün hocalar inşâatlara ve pasif görevlere verilmektedir. Âdetâ gizli bir el, cemâatte zaten cılız ve bireysel gayretlere bağlı olan ilim merakını ve meraklılarını cezalandırmaktadır. Daha da kötüsü, bu şekilde bir merak ve çaba “hizmet” olarak değerlendirilmemektedir.

Dahası mevcut müfredât bugünün şartlarında “âlim/hoca” yetiştirmek için yeterli değildir. Çünkü tefsir ve hadis gibi dinin en önemli iki kaynağına ait metinlere yönelik dersler müfredâtta yer almamaktadır. Celâleyn ve Beydâvî tefsîrleri gibi hacim bakımından oldukça küçük tefsîr eserlerini ya da Buhârî ve Müslim gibi en sahih kabul edilen iki hadis kitabını okuyan hoca sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır.

Aynı şekilde bu iki ilmin usûlüne (ulûmü’l-Kur’ân, tefsîr usûlü, ulûmü’l-hadîs, hadis usûlü) ait kitaplar da müfredâtta bulunmamaktadır. İlimlerin târihine ve tarihsel gelişimlerine yönelik herhangi bir ders de okutulmamaktadır. Hâlbuki bunlar olmadan istenen ilmî seviyenin elde edilmesi mümkün değildir.

Kaldı ki günümüz şartlarında klasiklerin yanı sıra din bilimlerine yönelik modern bilim dallarının da bilinmesi ve öğretilmesi gerekmektedir.

Netice itibarı ile bugünkü müfredât ve şartlar içerisinde ümmetin ihtiyaç duyduğu seviyede “âlim/hoca” yetiştirilmesi mümkün değildir.

Bugüne kadar yapılan iyi ve güzel işleri takdir etmenin yanı sıra bütün bunlar, yanlışları görmemize ve bunları tenkit edip îkâz ve ıslâh etmeye çalışmamıza engel olmamalıdır. Zira emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker vazifesi bunu gerektirir.

“Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!” (N.F.K.)

“(Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”

Zümer, 9. Ayet-i Kerime

Tunahan Erdoğan

CEMAAT RUHUNU ÖLDÜRMEYİN EFENDİLER..!

Cemaatler gönüllü teşekküllerdir.

Bu mahiyetleri itibariyle benimsedikleri yöntem ve usullerin de “gönüllülük” esasına dayanması icap eder.

Zira cemaat adını verdiğimiz yapılar, herhangi bir mecburiyet olmadan sırf Allah rızası için bir araya gelen insanlardan müteşekkil topluluklardır.

O sebeple cemaatlerde kemiyetten ziyade bu keyfiyetin muhafazası çok daha mühim bir meseledir.

Elinizin altındaki insanlara “Şu kadar kurban, şu kadar takvim, bu kadar umre yazdım” diyerek şirketlerinizin kârını katlayabilirsiniz.

Hatta bununla iftihar da edebilirsiniz.

Fakat cemaat ruhunu öldürdüğünüzde yaptığınız işin bir değeri kalmış olmaz.

Samimiyetle İslam’a hizmet gayretinde olan cemaatlere diyoruz ki…

– Lütfen ticaretten uzak durun.

Ticarete bulaştığınız vakit, tüccar zihniyetiyle hareket etmeniz icap eder. Yoksa batarsınız..

Hâlbuki cemaatten maksat, para kazanmak, şirketler kurmak ve cemaat mensuplarını bu şirketlerin “tabii müşterileri” haline getirmek değil ki…

Bakınız çok mühim bir şeyden bahsediyorum.

Size Allah rızası için gelmiş insanları ticari gayelere alet etmek ağır vebaldir.

Ne olur bunu yapmayın, holding mantığıyla hareket ederek cemaat ruhunu öldürmeyin!.

– Tasavvuftaki itaat kültürünü dünyevî gayeler için kullanmayın.

Cemaatten maksat Allah rızasıdır, vasıtaları asla bu maksadın önüne geçirmeyin!.

– Rasülullah’ın “Ümmetin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir” buyruğunu göz ardı ederek, kendinizi ümmetten tecrit etmeyin.

Unutmayın cemaat ümmetten bir cüz’dür, ümmet varsa cemaat vardır.

Karakollara düşmek pahasına Cezayir zulmünü kürsüden kınayıp ‘Kardeşlerimiz için dua edelim’ diyen Allah dostlarının yolundan gidenler ümmet şuuru noktasında herkesten çok daha hassas olmalıdırlar!.

– Başınızdaki zâtları sevin, sayın.

Fakat asla şahısperestlik yapmayın.

“Hata edersen seni kılıcımızla düzeltiriz ey emirel mü’minin!” düstûrunu hatırınızdan çıkarmayın!.

– Siyasetten uzak durun.

İlla siyasete meraklıysanız parti kurup boyunuzun ölçüsünü alın.

Ama bunu göze alamıyorsanız hiç o tahtaya basmayın!.

Evet, dini yapıları içeriden çürüten bu illetleri siz daha da artırabilirsiniz.

Eğer bu dostane uyarılara kulak vermez de bildiğinizi okumaya devam ederseniz, yarın ahirette Allah dostlarının iki elinin yakanızda olacağını unutmayın.

Faruk Türk

PLATON’UN MEŞHUR MAĞARA ALEGORİSİ

Bir mağaranın içinde, dışarıdan gelen ışığa arkalarına dönük olarak ömürlerini geçirmiş olan insanların, tek gördükleri önlerine vuran hayvanların, insanların ve nesnelerin gölgeleridir.

Bu gölgelerin gerçek formunu hiç görmemiş mağara yaşayanları için tek gerçeklik bu gölgelerdir.

Mağarada yaşayan kişilerden biri, bir gün mağaradan dışarı çıkmanın yolunu bulur.

Mağaranın dışındaki dünya ile karşılaşır.

Işık yani gerçek ile tanışan bu kişinin gözleri, gerçeği algılamakta ilk anda zorlanır.

Zamanla, şimdiye kadar gerçek sandığı gölgelerin aslında gerçek olmadığını ve gerçek zannettiklerinin ise karanlığın yansıması olduğunu kavramaya başlar.

Hakikatin farkına varan bu kişi, mağaraya dönüp diğer insanlara gölgeleri ve gerçeği anlatmak ister.

Ancak, dışarıyı hiç görmemiş, halen mağarada yaşayan insanlar, anlatılanları idrak edemezler ve gördüklerini anlatan bu kişiye de kızgınlıkla karşı çıkarlar.

Platon, mağara alegorisi yani benzetmesinde, bir şeyleri anlamaya başlamış olan filozofların, bunu halka anlatamayışlarını örneklemek istemiştir.

Bu metafor, günümüz dünyası ve düzeni içinde geçerlidir.

Çünkü insanlar, anlayabildikleri kadarını kabul edip, kendi anlayışlarının ötesinde anlatılanları kabul etmezler.

Gerçekleri anlatanlar, bir şekilde toplum içinde baskı altına alınırlar.

Işığı görmek, doğruyu duymak, karanlığı içselleştirmiş olanlar rahatsızlık sebebidir.

Bu yüzden zihin karanlığı ve esareti seçer.

Cahillik mutluluktur.

Gerçek ile yüzleşmek ve özgür olmak ise cesaret ister.

Herkesin bir gün hakikati çıplak gözle görebilmesi dileğiyle.

Muhabbetler ediyorum.

Zeki Çalışkan

NASIL İTAAT

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَاُو۬لِي الْاَمْرِ مِنْكُمْۚ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ ف۪ي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّٰهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ ذٰلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَأْو۪يلاً۟

Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ülü’l-emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah’a ve peygambere götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir.(Nisa, 59)

Bu.ayet-i Kerimenin tefsirlerine bir bakalım.

Beyzavi’ye (685/1286) göre ulu’l‐emr Hz. Peygamber döneminde ve ondan sonra müslümanları yöneten emirlerdir; halife, kadı ve komutanlar da bu kapsamdadır; bir önceki ayette adaletle hükmetmek emrolunduktan sonra bu ayette yöneticilere itaat emredilmiş ve böylece adaletle yönetmeleri şartıyla onlara itaat etmenin vacip olduğu belirtilmiştir. Nesefi de bu görüşü tercih etmiştir. (Nesefi, Tefsir, I, 367, 368.) Hemen bütün müfessirler bu bağlamda “İtaat marufadır” (Buhari, Megazi 59; Müslim, İmaret 31. ) ve “Allah’a isyanda kula itaat yoktur”( Ahmed b. Hanbel (241/855), Müsned, nşr. Şuayb el‐Arnaut ve diğerleri (Beyrut: Müessesetü’r‐Risale, 1421/2001), VI, 432. ) hadislerini zikretmiş ve Allah’a isyan etmeyi emreden hiç bir yöneticinin emrine itaat edilmeyeceğini ifade etmişlerdir. (Kesir, Tefsir, II, 345.)

Zeccac (311/923) bu farklı kavilleri şöyle uzlaştırmıştır: “Ulu’l‐emr ashab‐ı kiram ve onların yolundan giden âlimlerdir; yöneticiler de ilim ve din ehli olup âlimlerin sözlerine uyarlarsa onlara itaat etmek farz olur; dolayısıyla ulu’l‐emr müslümanların dinleriyle ilgili işlerinde ve dinî durumlarını iyiliğe götüren her konuda söz sahibi olan insanlardır”.

(Ebu İshak İbrahim b. es‐Seriyy ez‐Zeccac, Meani’l‐Kur’an ve i’rabuh, nşr. Abdülhâlim Abduh Şelebi (Beyrut: Âlemü’l‐Kütüb, 1408/1988), II, 67.)

İmam Matüridi ulu’l‐emr kavramının hem yöneticileri hem de âlimleri kapsayabileceğini, halkın yöneticilerin kararlarına ve âlimlerin fetvalarına uyması gerektiğini ifade etmiştir.

(Matüridi, Te’vilatü’l‐Kur’an, III, 227‐228.)

Biz emirimize itaat ettik demekle mesuliyetden kurtulmak mümkün mü?

Ahirette cehenneme gönderilecek olan zalim, hain ve kafir halk idarecilerini, emirlerde de onları suçlayıp birbirlerini lanetleyeceklerdir. (bk. A’raf, 39; Şuara, 99)

وَقَالُوا رَبَّنَٓا اِنَّٓا اَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَٓاءَنَا فَاَضَلُّونَا السَّب۪يلَا

Ve demiş olacaklardır ki: “Yarabbi! Muhakkak biz reislerimize, idarecilerimize ve büyüklerimize itaat ettik. Artık onlar da bizi doğru yoldan sapıttılar.”(Ahzab, 67)

Yukarıda özet olarak anlatıldığı durum üzere itaat ettim kurtuldum mantığı ehli sünnet şiarına birebir terstir. Kıyamet günü bizi doğru yoldan saptırdılardan önce; bu dünyada aklımızı başıma devşirerek tefekkür edelim..

Adnan Bayraktar

MÜSLÜMANIN KENDİNİ BULMASI

İslam; İnananların hayatını duruşu, yürüyüşü, düşünüşü, bakışı gibi her alanda düzene koymakta ve bunlarda insanlık için ideal olanı, en güzel olanı insana öğretip, tavsiye etmektedir.

Davranışlardaki, hareketlerdeki ve konuşmadaki dış sükunet ve kalp-iç-ruh sakinliği olan sekine Allahü Teâlânın bize Rasülümüz sav. ile uygulamalı olarak öğrettiği ve tavsiye ettiği çok önemli bir ahlak, yaşayış tarzıdır.

Her yanımızı gürültü, telaş, bağırış, sesler işgal etmiş durumda.. Bu hengâmede nasıl sakin olabiliriz ki? Gelin beraber düşünelim;

Yola çıkıyoruz.. Bindiğimiz arabada müzik, arada anons hatta bir de yolcuların konuşmaları ve kulaklıklarından dışarı doğru bağıran gürültüler..Her yer sesli..

İşe gidiyoruz.. Yine ortamda makine gürültüleri, insan sesleri, anonslar, konuşmalar.. İşimizi halletmek için gittiğimiz dairelerde de durum aynı.. Her yer sesli..

Bunların üstüne nişanlar, kınalar, düğünler, sünnetler (genelden bahsediyorum) insanın kulaklarını patlatır derecede yüksek sesli müzik, konuşma içinde yapılıyor… Her yer sesli..

Gözümüz aydın ki bu listeye artık bebekler için türlü sebepler ile yapılan toplantılar da eklendi… Bunlar Kur’an okunan toplantılar bile olsa insanların sesi Kur’andan çok çıkıyor maalesef… Her yer sesli…

Eve dönelim sessizlik mi var? İmkansız..

Evlerimizin baş köşesinde muhteşem bir duyarlık tv ler, ellerimizin baş köşesinde son model bin bir mahareti olan telefon ve tabletler ile yaşıyoruz.. Hepsinden umut kessek sessiz duramayıp mutlaka bir müzik (ilahi vs. de olabilir) açıyoruz.. Sessiz duramıyoruz..

Gün ortasında, işin ve hayatın tam içinde bir an durup etrafı seyretme imkanı buldunuz mu? Tavsiye ederim.. Herkes telaşlı, herkes gergin, hep bir yerlere yetişme, bir şeyleri halletme acelesi var..

Sakin ve sükunet sahibi insanlar artık o kadar nadir ki içimizde, onlara da “acaba bir problemi mi var?” diye yaklaşır olduk.. Oysa asıl problem aksi halde olan bizlerde..

Sakinlik ve sükuneti yadırgıyor anormal görüyoruz.. Bu durumu “biri kız doğurdu” gibi saçma özlü sözler! ile izaha bile çalışıyoruz.. Yadırgıyoruz..

Halbuki Resûlullah sav. bulunduğu meclislerde çoğu zaman sükût hâlinde bulunur, gereksiz hiçbir söz sarfetmezdi. Ebû Mâlik el-Eşcaî babasından şöyle rivâyet etmiştir;

“Bizler delikanlı iken sık sık Resûlullah’ın huzurunda otururduk. Allah Resûlü’nden daha uzun süre sükût hâlinde duran birini görmedim. Sahâbeleri konuşup lâfa daldıklarında kendisi tebessüm ederdi.” (Heysemî, X, 298)

Çocuklarımız sakinliğe sükunete yabancı.. Ellerine ya telefon, tablet tutuşturup ona adapte ediyoruz ya da evdeysek tv açıp karşısında uyuşturuyoruz körpe beyinlerini.. Hiçbirini bulamadık mı ellerine gereksiz yiyecek içecek, cips, şeker vs. verip faydasını zararını düşünmeden hızlıca çenelerini kapatıyoruz..

Oysa çocuk etrafını izleyip yorumlayarak ne çok şey öğreniyor bir bilsek.. Sessizce izlemek, sükunetle anlamaya çalışmak bugün kaybettiğimiz ne büyük maharetler ..

Çocukken etrafını analiz eden insan, bir yandan kendini de inceler, yönlendirir.. İnsan ancak sessizlik ve sükunet ile kendine döner, kendini tanır, eksiklerini tespit edip düzeltmeye çaba gösterir..

Ne güzel, ne ibretli (sıhhati tartışmalı, bazıları tarafından hadis olarak ifade edilen) bir sözdür; “Kendini bilen nefsini bilir, nefsini bilen Rabbini bilir”..

Kendimi bu hayatın hengamesi, koşturmacası ve telaşı içinde ne kadar biliyor ve tanıyorum? Kendimi tanımamanın en büyük zararı nedir?

Bu sorular aslında bugün ki insan terbiyesinin temel taşı niteliğinde.. Değil mi ki bu dünyaya imtihan için geldik? İmtihanın en büyüğü nefsimizi terbiye etmek? Bunun yolu; Nefsimizi ne azdırır? Ne törpüler? Ne cezbeder? Ne terbiye eder?i bulmaktan geçse gerek..
Bunları anlamak ise;
1- Sessizlik içinde tefekkür, tezekkür ile meşgul olarak, dışımızda sakinlik ve vakar düzenini sağladıktan sonra…
2- Herkes ve herşey ile ilgilenmeyi terkedip nefsimizi terbiye, Allahü Teâlâya tevekkül ile iç sükunetimize kavuşmak..

Efendimizin Hira’da yaşadığı inzivası, Eski alim ve evliyaların çilehaneleri, erbaiinleri hep bu amaçlı değil midir? Kendine dönmek, kendini tanımak, nefsiyle uğraşmak.. Sonuç olarak da; Bu sükunet (beden huzuru) ve sekine (kalp huzuru) ile Rabbine kavuşmak..

Kelamların en güzelinde sekine geçen bazı ayetler şöyle;

و عباد الرحمن الذين يمشون علي الارض هونا…
“Rahmanın kulları yeryüzünde hevn ile yürürler…”(Furkan 63)
Hevn; Tefsirlerde sekine, vakar, rıfk, yumuşaklık, tevazu ve bunların hepsini içine alan hilm ile açıklanmaktadır..

هو الذي انزل السكينة في قلوب المؤمنين ليزدادوا ايمانا مع ايمانهم…
“O Allah ki; Mü’minlerin kalplerine imanları kat kat artsın diye sekineyi indirendir..”(Fetih 4)

ثم انزل الله سكينته علي رسوله و علي المؤمنين..
“Sonra Hz Allah Rasülü sav. ve mü’minler üzerine sekineyi indirdi”(Tevbe 26)

Sultanımız Efendimiz sav. ise namaza giderken ibadet için bile acele ve telaşı hoş görmemiştir;

“Kâmet getirildiği zaman namaza koşarak değil, ağırbaşlı bir şekilde yürüyerek geliniz. Yetişebildiğiniz kadarını imamla birlikte kılınız; yetişemediğiniz rekâtları da kendiniz tamamlayınız.” (Buhârî, Ezan, 20-21)

İbn-i Abbas’dan (r.a.) Arefe günü Arafat’tan Müzdelife’ye dönerken Resûl-i Ekremin arka tarafta bazı kimselerin bağırıp çağırdığını, develerine vurduğunu duyunca, kamçısıyla işâret ederek onları sükûnete davet ettiği ve;“Ey insanlar! Sükûnetle hareket edin! Acelece etmekle sevap kazanılamaz…” buyurduğu rivayet edilmiştir. (Buhârî, Hac, 94)

Rasûlullah ile beraber yürüyen hz Enes (ra) ise şöyle anlatıyor; “Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevî Resûl-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Hırka, Efendimiz’in boynunda iz bıraktı. Daha sonra bedevî:

– Ey Muhammed! Senin yanında bulunan Allah’ın mallarından bana da verilmesini emret, dedi. Allah Resûlü bedevîye dönüp tebessüm etti. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emretti. (Buhârî, Humus, 19)

Biz olsak ne yapardık o bedeviye? İslam bizim ahlakımızı ne kadar şekillendirdi? Allah Teâlâ ve Rasülüllah http://sav.in öğrettiği sükunet ve sekineye ne kadar sahibiz? Değilsek bunun için ne kadar uğraşıyoruz?

Hepimizin cevabı nefsimizde..

والسلام علي من اتبع الهدي

Seffâne

KISSADAN HİSSE

Hintli bir Ermiş Öğrencileri ile Ganj Nehri kenarında gezinirken, birbirlerine öfkeyle bağıran bir Aile görmüş.

Öğrencilerine dönüp:

İnsanlar niye birbirlerine öfkeyle bağırırlar? diye sormuş.

Öğrencilerden biri, çünkü sukûnetimizi kaybederiz, demiş.

Ermiş, ama öfkelendiğimiz kişi yanımızdayken ve O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile söyleyebilecekken niye bağırırız? diye tekrar sormuş.

Öğrencilerden ses çıkmamış.

2 kişi birbirine öfkelendiğinde, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar.
Ne kadar öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar bağırmaları gerekir.

Peki, 2 kişi birbirini sevdiğinde ne olur?
Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe veya çok azdır.

Peki, 2 kişi birbirini daha da çok severse ne olur?
Artık konuşmaz sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır.

Daha sonra Ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş:
Bu nedenle tartıştığınız da kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin.

Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.

Mücahid Kayıkcı