MİMARİ YOZLAŞMA MES’ELEMİZ

Selçuklu ve Osmanlı dönemi yapılarındaki zarafet, estetik, incelik, işçilik maalesef Cumhuriyet sonrasında yerini zevksiz, kaba, nobran, ruhsuz, estetikten uzak, mimari güzelliklerden nasiplenmemiş beton yığınlarına bıraktı.
Cumhuriyet’in 100. yılına girilirken mimari değeri hâiz, özgün eser niteliğinde gösterebileceğiniz yapı sayısı bir elin parmaklarını geçer mi?
Hiç sanmam.
Geleneksel Türk mimarisinin seçkin örneklerinin hep Cumhuriyet öncesi döneme ait olduğu tespitini rahatlıkla yapabiliriz.
Bugün hâlâ bize eşsiz mimari örnekler bırakmış olan Mimar Sinan’ın eserleriyle övünüyor olmamız ayıp olarak bize yetmez mi?
Osmanlı, Selçuklu ve diğer Anadolu medeniyetlerinden kalan eserler olmasa turistlere nereleri gezdirecektik?
İşin daha ilginci, devraldığımız tarih ve kültür mirasını lâyık olduğu şekilde muhafaza etmeyi bile becerebilmiş değiliz.
Bu açıdan baktığınızda Cumhuriyet döneminin inşâ değil, adeta yıkım dönemi olduğu görülür.
Maalesef bu acı bir gerçektir.
Merhum Mehmet Akif bunu muhteşem tespit etmiştir:

Çünkü mektep yapacakmış. Ne kolay söylemesi!
Bir kümes yaptığınız var mı ki, bir kaz kümesi?
İnkılâp ümmetinin şânı yakıp yıkmaktır.
Size çılgın demeyen varsa kuzum ahmaktır.
Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?
Onu en çolpa herifler de emin ol becerir.
Sade sen gösteriver “İşte budur kubbe!” diye
İki ırgatla iner şimdi Süleymaniye.
Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhât, o zaman,
Bir Süleyman daha lâzım yeniden, bir de Sinan…

Mesela bir Taksim Kışlası vardır; güzelliği dillere destandır, yıkmışlardır.
Çok yazık olmuştur.
İsmet İnönü yıkmıştır.
Buna benzer Atiye Sultan Sarayı, Nazime Sultan Köşkü, Ali Paşa Sarayı, Rami Kışlası gibi daha onlarca güzide eser gaflet, dalâlet belki de hıyânete kurban edilmiştir.
İşin enteresan yanı, bu yıkımların umumi bir itiraz ve reddedişe sebep olmamasıdır.

Koca bir milletin kültür mirasının en nadide örneklerini gözlerini kırpmadan katledenler maalesef hiçbir direnişle karşılaşmadılar.
Bugün şöyle bir etrafınıza baktığınızda göreceğiniz manzara; ucûbe yapıların etrafımızı çepeçevre kuşatmış olduğudur.
Bu ülkede Mimar Sinan’ın torunlarına yakışır, mimari zarafet kaygısı taşıyan bir tek mimar kalmadı mı?
Bir tek belediye başkanı kalmadı mı?
Mimar demek, belediye başkanı demek ruhsuz beton yığınları dikilmesine nezaret etmek demek mi?
Bunun için mimara ne gerek var?
İki kalfa bunu yapamaz mı?
Sokak çeşmelerinde, köprülerde, çatılarda, bacalarda dahi estetik kaygı güden bir ecdadın torunlarına bugünkü vaziyetimiz hiç yakışıyor mu?
Dedelerimiz tren istasyonlarına bile sadece bir istasyon nazarıyla değil adeta bir sanatkâr nazarıyla bakmaktan vazgeçmeyen bir zevke sahip bulunuyorlardı.
Sirkeci ve Haydarpaşa Garlarındaki o ihtişam ve zarafet bugün hangi tren ve otobüs istasyonunda var?
Bir, 25 yıllık Esenler Otogarına bakın, bir de yüz küsur yıllık Sirkeci Garı’na…
Kararı kendiniz verin.

Faruk Türk

CEMAAT RUHUNU ÖLDÜRMEYİN EFENDİLER..!

Cemaatler gönüllü teşekküllerdir.

Bu mahiyetleri itibariyle benimsedikleri yöntem ve usullerin de “gönüllülük” esasına dayanması icap eder.

Zira cemaat adını verdiğimiz yapılar, herhangi bir mecburiyet olmadan sırf Allah rızası için bir araya gelen insanlardan müteşekkil topluluklardır.

O sebeple cemaatlerde kemiyetten ziyade bu keyfiyetin muhafazası çok daha mühim bir meseledir.

Elinizin altındaki insanlara “Şu kadar kurban, şu kadar takvim, bu kadar umre yazdım” diyerek şirketlerinizin kârını katlayabilirsiniz.

Hatta bununla iftihar da edebilirsiniz.

Fakat cemaat ruhunu öldürdüğünüzde yaptığınız işin bir değeri kalmış olmaz.

Samimiyetle İslam’a hizmet gayretinde olan cemaatlere diyoruz ki…

– Lütfen ticaretten uzak durun.

Ticarete bulaştığınız vakit, tüccar zihniyetiyle hareket etmeniz icap eder. Yoksa batarsınız..

Hâlbuki cemaatten maksat, para kazanmak, şirketler kurmak ve cemaat mensuplarını bu şirketlerin “tabii müşterileri” haline getirmek değil ki…

Bakınız çok mühim bir şeyden bahsediyorum.

Size Allah rızası için gelmiş insanları ticari gayelere alet etmek ağır vebaldir.

Ne olur bunu yapmayın, holding mantığıyla hareket ederek cemaat ruhunu öldürmeyin!.

– Tasavvuftaki itaat kültürünü dünyevî gayeler için kullanmayın.

Cemaatten maksat Allah rızasıdır, vasıtaları asla bu maksadın önüne geçirmeyin!.

– Rasülullah’ın “Ümmetin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir” buyruğunu göz ardı ederek, kendinizi ümmetten tecrit etmeyin.

Unutmayın cemaat ümmetten bir cüz’dür, ümmet varsa cemaat vardır.

Karakollara düşmek pahasına Cezayir zulmünü kürsüden kınayıp ‘Kardeşlerimiz için dua edelim’ diyen Allah dostlarının yolundan gidenler ümmet şuuru noktasında herkesten çok daha hassas olmalıdırlar!.

– Başınızdaki zâtları sevin, sayın.

Fakat asla şahısperestlik yapmayın.

“Hata edersen seni kılıcımızla düzeltiriz ey emirel mü’minin!” düstûrunu hatırınızdan çıkarmayın!.

– Siyasetten uzak durun.

İlla siyasete meraklıysanız parti kurup boyunuzun ölçüsünü alın.

Ama bunu göze alamıyorsanız hiç o tahtaya basmayın!.

Evet, dini yapıları içeriden çürüten bu illetleri siz daha da artırabilirsiniz.

Eğer bu dostane uyarılara kulak vermez de bildiğinizi okumaya devam ederseniz, yarın ahirette Allah dostlarının iki elinin yakanızda olacağını unutmayın.

Faruk Türk

15 TEMMUZ GECESİ DUA EDENLER..!

Endülüs’ü kaybettikten sonra bir köşede ağlayan Sultan Abdullah’a annesinin söyledikleri tarihe geçmiştir. Şöyle der valide sultan; “Ağla oğlum ağla.. Erkekler gibi savaşmadın şimdi otur kadınlar gibi ağla. Erkek gibi savaşmayana kadınlar gibi ağlamak yaraşır!..”
Kurban, kermes, takvim, umre gibi ucu paraya dayanan mevzularda talimat üstüne talimat veren cemaat, niye 15 Temmuz darbe gecesi en ufak bir talimat vermedi sorusu vicdan sahiplerinin zihinlerinde her geçen gün genişleyen haleler şeklinde cevabını arıyor, arayacak. Zira söz konusu tutum vatanperverlikle, din ve iman gayretiyle kabil-i telif değildir. “Efendim biz o gece dua ettik” demek kimseyi aklamaz. Eli ayağı tutan insanın vatanı tehlikeye düştüğünde evinde oturup dua etmesi en hafif tabirle acizliktir. Dua zamanı dua, mücadele zamanı mücadele gerekir.
Darbecilerin kurşunlarına, bombalarına hedef olanlar evinde oturup dua etmeyi bilmiyor muydu?! O tankların altında kalan, namluların önüne dikilen şehitler, gaziler olmasaydı bugün senin o duayı yapacak imkânın olacak mıydı!
Vatanına, bayrağına, namusuna el uzatılırken tepki vermeyenler, ikircikli tutum alanlar hem millet nazarında, hem de Allah’ın huzurunda mesuliyetten kurtulamazlar.

FARUK TÜRK

NE ZAMAN NORMALLEŞMİŞ SAYILIRIZ?

Normalleşmenin, anormal durumlardan sıyrılma halini ifade ettiğini farz edersek, Türkiye siyaseten hangi ölçüler içinde normalleşmiş addedilmelidir?

Mesela bugün itibariyle Türkiye’nin normalleştiği söylenebilir mi?

Bilhassa son dönemde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın şahsi inisiyatifiyle elde edilen kazanımların hukuki altyapısı tahkim edilmezse; bu baharın her an kışa çevirme riski taşıdığı unutulmamalıdır. Cennetmekan Sultan Abdülhamit’ten sonra gelen İT (İttihat ve Terakki) takımının devleti nasıl çökerttiği, milleti nasıl perişan ettiği asla göz ardı edilmemelidir.

Bu açıdan bakıldığında, en azından aşağıda bir kısmını saydığım hususlar devam ettiği müddetçe Türkiye’nin “normalleştiği” iddia edilemez diye düşünüyorum;

— Anaokulundan üniversiteye kadar genç dimağlara enjekte edilen ve devletin hücrelerine kadar sinmiş olan resmi ideoloji hükmünü icra ettikçe,

— Olağanüstü dönemlerde süngü ucu zoruyla alınmış ne kadar kanun, anayasa maddesi varsa hepsi yeni baştan milletin onayına sunulmadıkça,

— Tüm darbe, cunta, muhtıra faaliyetlerine katılmış, azmettirmiş, lojistik sağlamış asker, iş adamı, gazeteci kim varsa hepsi yargılanmadıkça,

— Anayasada “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” gibi maddeler yer almaya devam ettikçe,

— Cumhuriyet dönemi boyunca sorulmamış tek hesap, dokunulmamış tek zevat kalmadıkça,

— Resmi tarih tezlerini bir yana bırakıp günahı ve sevabıyla tüm tarihimizle yüzleşmedikçe,

— Atatürk ilke ve inkılapları üzerine yemin etme seremonisi devam ettikçe,

— Devlet ricalinin her fırsatta Anıtkabir’e çıkma ritüeli sürdükçe,

— 82 Darbe anayasası varlığını sürdürdükçe,

— 5816 sayılı yasa yürürlükte kaldıkça,

— Ayasofya kapalı durdukça…

Faruk Türk

DİYANET VE DİNÎ TERMİNOLOJİ

Harf inkılâbının tarihimize ve medeniyetimize verdiği zararın bir o kadarını da dinimize verdiğini söylemek için mütehassıs olmaya herhalde gerek yok. Bunu rahatlıkla ifade etmek mümkün.. İsmet İnönü’nün, harf inkılâbıyla ilgili itirafı zaten bu hususta fazla söze gerek bırakmayacak netliktedir. Bakınız harf inkılâbının asıl gayesi neymiş:
“Harf devriminin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.” (İsmet İnönü Hatıralar, Cilt 2, sh. 223)
Niyet apaçık ortada… Merdi kıpti şecaat arz ederken sirkatin söylermiş. Dünyanın en zengin tarihi, kültürel ve dini arşivi tek bir hamleyle anlamsız hale getirildi. Nice profesörler bir gecede “cahil” oluverdi. Bugün dedesinin mezar taşını dahi okuyamayan nesiller ortaya çıktıysa maksat bir anlamda hâsıl olmuş demektir. Konu uzun yara derin.. Uzatmayalım buradan Diyanet bahsine gelmek istiyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşundaki asıl gaye İslam’a hizmet değil, “TC tipi Müslüman” yetiştirmektir. (TC tipi müslümanlık bahsine bilâhare değiniriz.) Kurumun ilk reisi Rıfat Börekçi’nin şapka inkılâbında M. Kemal ile üstü açık arabada başında fötr şapkayla dolaştırılması, Diyanet’in hangi amaca matuf kurulduğunun işaretini vermekdedir. Buna rağmen zamanla kurumun başına hamiyetli ve samimi Müslümanlar gelmiş, kurumun hayırlı işlere imza atmasını temin etmeye çalışmışlardır. Allah onlardan razı olsun. Fakat ilk düğme yanlış iliklenince sonrakilerin de yanlış olması kaçınılmaz oluyor.
Diyanet bahsinde birçok sorunlar dile getirilebilir. Ancak bendenizin dikkatini çeken mühim bir hususu dile getirmem lazım.
İster hutbelerde olsun, ister vaazlarda, ister diğer konuşmalarda tercih edilen dil ve terminolojinin halkımızın alıştığı kadim din terimlerinden farklılıklar içermesidir. Dilerseniz derdimi örnek vererek anlatayım.
Mesela: Rasülullah Efendimiz (sav) ‘den ekseriyetle “Kutlu Nebi” diye söz ediliyor. Yüzlerce yıldır milletimizin diline “Rasülullah Efendimiz, Peygamber Efendimiz, Fahri Kâinat Efendimiz…” gibi birçok güzel ifadeler yerleşmişken “Kutlu Nebi” de nerden çıktı? Aynı şekilde “Kutlu Doğum Haftası” da yavan bir ifadeydi. Neyse ki, geçtiğimiz yıllarda bu düzeltildi. Meselâ Kur’anı Kerim yerine genellikle “Kerim Kitabımız” deniyor. Hâlbuki bizim kitabımızın adı Kur’an’dır. Kur’anı Kerim’dir. Buna benzer ifadeler belki sizin de dikkatinizi çekmiştir. Bilemiyorum.
Şimdi zaten Müslümanlar arasında yeteri kadar farklılıklar var, bir de terminolojide yeni farklılıklar icat edilmemelidir. Din bahsinde kutlu nebi, kutlu doğum gibi ifadeleri kusura bakmayın, şahsen yadırgatıcı ve yavan buluyorum. Daha geleneksel ve kadim Türkçe tercih edilmelidir. Diyanet’ten, bu konularda herkesten çok daha hassas olmasını beklemek hakkımızdır.

Faruk Türk