BAKMAK ve GÖRMEK

Bakmak şahitliği, görmek derinliği ifade eder.

Bakmak sadece gözle olur, görmek ise akıl, kalp ve gözün devreye girmesiyle gerçekleşir.

Bakmak bir göz hareketi, görmek bir şuur faaliyetidir.

Bakışta geçicilik, görüşte seçicilik vardır.

Bakmak en fazla tanımakla, görmek anlayıp kavramakla sonuçlanır.

Bakınca yalnız seyrederiz, görünce bir hükme varırız.

Bakmanın üst seviyesi tanımak, görmenin ki ise yaşamaktır.

Bakan kişi anlatır, gören kişi sorgular ve yorumlar.

Bakınca kenardan tutarız, görünce iki elle sarılırız.

Bakınca severiz, görünce hayran oluruz.

Sadece bakmayalım.

Görelim.

Görmenin gereği için de çalışalım inşallah.

Zeki Çalışkan

PLATON’UN MEŞHUR MAĞARA ALEGORİSİ

Bir mağaranın içinde, dışarıdan gelen ışığa arkalarına dönük olarak ömürlerini geçirmiş olan insanların, tek gördükleri önlerine vuran hayvanların, insanların ve nesnelerin gölgeleridir.

Bu gölgelerin gerçek formunu hiç görmemiş mağara yaşayanları için tek gerçeklik bu gölgelerdir.

Mağarada yaşayan kişilerden biri, bir gün mağaradan dışarı çıkmanın yolunu bulur.

Mağaranın dışındaki dünya ile karşılaşır.

Işık yani gerçek ile tanışan bu kişinin gözleri, gerçeği algılamakta ilk anda zorlanır.

Zamanla, şimdiye kadar gerçek sandığı gölgelerin aslında gerçek olmadığını ve gerçek zannettiklerinin ise karanlığın yansıması olduğunu kavramaya başlar.

Hakikatin farkına varan bu kişi, mağaraya dönüp diğer insanlara gölgeleri ve gerçeği anlatmak ister.

Ancak, dışarıyı hiç görmemiş, halen mağarada yaşayan insanlar, anlatılanları idrak edemezler ve gördüklerini anlatan bu kişiye de kızgınlıkla karşı çıkarlar.

Platon, mağara alegorisi yani benzetmesinde, bir şeyleri anlamaya başlamış olan filozofların, bunu halka anlatamayışlarını örneklemek istemiştir.

Bu metafor, günümüz dünyası ve düzeni içinde geçerlidir.

Çünkü insanlar, anlayabildikleri kadarını kabul edip, kendi anlayışlarının ötesinde anlatılanları kabul etmezler.

Gerçekleri anlatanlar, bir şekilde toplum içinde baskı altına alınırlar.

Işığı görmek, doğruyu duymak, karanlığı içselleştirmiş olanlar rahatsızlık sebebidir.

Bu yüzden zihin karanlığı ve esareti seçer.

Cahillik mutluluktur.

Gerçek ile yüzleşmek ve özgür olmak ise cesaret ister.

Herkesin bir gün hakikati çıplak gözle görebilmesi dileğiyle.

Muhabbetler ediyorum.

Zeki Çalışkan

KISSADAN HİSSE

Hintli bir Ermiş Öğrencileri ile Ganj Nehri kenarında gezinirken, birbirlerine öfkeyle bağıran bir Aile görmüş.

Öğrencilerine dönüp:

İnsanlar niye birbirlerine öfkeyle bağırırlar? diye sormuş.

Öğrencilerden biri, çünkü sukûnetimizi kaybederiz, demiş.

Ermiş, ama öfkelendiğimiz kişi yanımızdayken ve O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile söyleyebilecekken niye bağırırız? diye tekrar sormuş.

Öğrencilerden ses çıkmamış.

2 kişi birbirine öfkelendiğinde, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar.
Ne kadar öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar bağırmaları gerekir.

Peki, 2 kişi birbirini sevdiğinde ne olur?
Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe veya çok azdır.

Peki, 2 kişi birbirini daha da çok severse ne olur?
Artık konuşmaz sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır.

Daha sonra Ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş:
Bu nedenle tartıştığınız da kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin.

Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.

Mücahid Kayıkcı

İSLAMİ İLİMLERİN KRİZİ NEDEN AŞILAMIYOR

Samimi ama sadece bir fırkanın ürettiği bilgilerle düşünebilen bir arkadaşla tartışmaya giriştik. Bir süre sonra yaptığımızın ilmi bir müzakere ve doğruya ulaşma çabası değil, faydasız bir cedel olduğunu fark edince konuyu değiştirdim. Çünkü böyle bir tartışma tarafların hatalarını perçinlemekten başka bir işe yaramaz.
Belki de bunun için Resulüllah (sa), ‘haklı olduğunu bildiği halde mirâyı terk eden cenneti kazanır’ buyurur. Ne yazık ki, yapım gereği bu tür tartışmaları seviyorum ama her zaman zararla sonlandırıyorum. İmam Şafii gibi olamadıktan sonra böyle tartışmaları yapmanın bir fayda getirmediğini hep ba’de harabi’l-Basra anlıyorum. İmam Şafii’ye şöyle bir söz nispet edilir: ‘Ne zaman birisiyle tartışmaya girsem hep onun haklı çıkmasını arzulamışımdır. Çünkü eğer o haklı çıkarsa benim iki kazancım olacak: Birincisi, ben yeni bir şey öğrenmiş olacağım. İkincisi, benim kazanmamın bana vereceği gururdan kurtulmuş olacağım’.
Bu tartışmayı bırakıp kendime gelince düşündüm; biz neden bu kadar savrulduk, açık deliller, naslar varken ve İslam kolayken, bu açık delilleri bırakıp kendi ürettiğimiz zanlar üzerine hayali İslam anlayışları kuruyoruz? İbaresiyle delalet eden bir nassı delil olarak almıyoruz da, sahih bile olmayan bir hadisin işaretinin işaretini delil sayıyoruz. İşin merkezini, esasını, olmazsa olmazını bırakarak zandan üretilen inançlar üzerine öznel ve de ideolojik bir İslam oluşturuyoruz? Fırkaların İslam anlayışının en baş problemi budur. Bu sorunun cevabı olarak aklıma şunlar geldi:

Şu anda İslam’ın sahibi ve hamisi yok. Yanlış anlayışlara ikna edici ve Müslümanlarca kabul görecek düzeyde cevaplar üretecek bağımsız ve bağlantısız ulemamız yeterli değil. Oluşmasının önünde de engeller var. Bu sebeple cumhur olmanın, sevad-ı azamın, manevi icmaın otoritesini hissedemiyoruz. Herkes kendi başına buyruk. Kuranıkerim ifadesiyle ‘kendi içimizdeki çekişmelerimiz sebebiyle parçalandık, rüzgârımız/devletimiz yok oldu’.

Böyle olunca her fırka İslam’ın ortak usulüne dayalı olmaksızın, kendi bilgisini kendi zanlarıyla, usulsüzlükleriyle üretir hale geldi. Bu da ideolojik ve bâtıni İslam anlayışlarının doğmasına sebep oldu.

Dünya gerçeklerinden uzak, merdivenaltı kurslarla ve her fırkanın, hatta her hocanın kendi yöntemiyle, ya da yöntemsizliğiyle öğretilen İslam bu kadar olur. İslam’ı öğrettiğimizi sanıyoruz.

Dünya ilimleriyle din ilimlerini beraber götüremedik. Onun için dinden anladıklarımız da yaşadığımız dünya gerçeğiyle uyuşmuyor, ayakları bu zemine basamıyor. Oysa Allah bizden dünyayı da anlamamızı istiyor. Felsefi düşünceler bile bir varlık anlayışından kaynaklanır. Oysa dünya bilgisinden kopmuş bir İslam anlayışı bu dünyanın dini olamaz, Müslümanları birleştiremez ve ayağa kaldıramaz.

İslam’ın yeniden diriliş döneminden bugüne Türkiye’de kurulan İmam Hatip Okulları ve diğer İslam ülkelerinde onların kısmen benzeri olan okullar bu uzlaştırmanın bir girişimi oldu ama daha üst kurumlar aşılamadığı için tam istenilen sonucu henüz veremedi. Bu okulların yetiştirdiği insanlar iktidar oldu, ama mesele derin devlet duvarına gelip çattı. Türkiye’deki ‘İslamcı’ birikim başlangıçta demokratik yollarla bu duvarı aşmayı kısmen başarır gibi görüldü. Devlet olamadıysa da devleti yönetir oldu, kurumlaşma yolunda epey mesafe alındı. Ancak bir yönden kemikleşmiş seküler derin devlet refleksi, bir yönden de İslamcıların iktidarda kalmayı bu yürüyüşün sürmesine tercih etme kararı bir kırılmaya sebep oldu. Demokrasinin ya da iktidarın nimetleri İslamcılığa tercih edildi. Kısaca İslamcılık bu defa da demokrasiye tosladı.

İlim geleneğimiz koptu. Bugün rol model diyorlar, üsve-i hasene âlimlerimiz yeterli değil. Oysa âlimin, alem olarak yol gösterici duruşu vardır. Fıkıhta Dürer’le ya da Mir’at’la, tefsirde Kâdi Beydâvi ile bir ömür tüketmeyi ilim yapma sayıyoruz. Biraz da gönül eğlencesi arayanlar Mesnevi ya da Gülistan’a bir ömür veriyorlar. Bunlardan sıkıp sıkıp ‘irfan’ çıkarmaya çalışıyorlar. Oysa ilimsiz irfan olmaz.

Dinin hamisi bulunmayınca dini ilimlerin teşvik edici, motivasyon sağlayıcı güçleri kalmadı. Dünya anlayışımız ve ona bağlı eğitim sistemi en zeki gençleri, en çok dünyalık sağlayan okullara doğru çekiyor. Hiçbir okula giremeyenler ‘din hocası’ ya da ‘hafız’ olmak zorunda kalıyorlar.

Bir taraftan da bütün bunların ve benzeri problemlerin aşılma çabaları var. Bu yola girilmiştir. Aşılacağını ümit ediyoruz. Allah tekrar nurunu tamamlayacaktır. İstemeseler de.

https://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/islami-ilimlerin-krizi-neden-asilamiyor-2052875?fbclid=IwAR1qA3MxtJ_7qt7guz-vle2DauLiPsnuRL1pxgnsyDS02ZZqSM2lwDagykg

Faruk Beşer

CUMHURİYET TÜRKİYE’SİNDE DİL MESELESİ ASLEN DİN MESELESİDİR

“Dil Bayramı kutlanacak” başlıklı haberi görünce, içimden “Dil devriminin güçlenmesine, gelişmesine katkıda bulunmak ve…” şeklinde başlayan malum nakaratın tekrarlanma vaktinin geldiğine hükmettim.

Bu nakarat önemlidir, zira devlet baskısıyla bir gecede değiştirilen dilimiz, bu ifade tarzıyla doğrudan Sol-Kemalizmin kurtuluş retoriğine eklemlenir; İngiliz’i, Fransız’ı, Yunan’ı yurdumuzdan kovmanın gerekçesi, dili zorla değiştirmenin gerekçesiyle eşitlenerek, “dilimiz de işgal altındaydı, yurdu işgalden nasıl kurtardıysak, onu da işgalden kurtardık” demeye getirilir.

Yaklaşık yüz yıldır tekrarlanagelen bu resmi ideolojik telkini artık kimsenin yutmadığı aşikardır; kabile diline sıkıştırılarak felsefedeki (düşüncedeki), ilimdeki ve bilimdeki iddiasına son verilen Türkçenin, aynı yollarla Batı dillerinin işgaline maruz kılındığı malumdur; ayrıca dilin hem yaşayan bir varlık olduğu, hem de bir gecede zorla değiştirilmesini birlikte savunmanın aklen mümkün olmadığı bugün beş yaşındaki bebelerce bile bilindiği bir hakikattir.

Öte yandan, Cumhuriyet Türkiye’sinde dil meselesinin gerçekte bir din meselesi olduğu işin uzmanları tarafından bir değil bin defa ispat edilmiştir. Din dilini unutturmak kastıyla elifba’dan alfabe’ye geçildiği, tilcik üretimine ilkin dini terimlerden başlanmasından, Ezan’a tasalluttan da zaten bellidir.

Yine de, “Tarih, canımız istediğinde durdurup inebileceğimiz bir otobüs değildir” hükmünce, “Geçmiş geçmiştir, biz geleceğe bakalım, dilimize Yunus Emre – Şeyh Galib hattındaki gücünü yeniden kazandırmaya çalışalım” dememiz, bu meselede en doğru, en isabetli yönelim olsa gerektir diye düşünmekteyiz.

Diğer bir söyleyişle, kendi dilimizi bir meydan muharebesi içinde yaşamanın ve yaşatmanın saçmalığında boğulmamak için onu yaşayan varlık olarak kendi esasına ve şartlarına tabi kılmanın daha doğru olacağına inanıyoruz.

Fakat o da ne? Biz böyle düşünüyor ve inanıyorken birkaç dili-kırık, dil meselesini kendilerine maske edinerek, kabile dilinin kelimelerini zırh, mızrak ve gürz olarak kuşanıp, şiddetli bir muharebe aşk ve arzusuyla şehrin siyaset meydanına inivermişler.

Yukarıda başlığını zikrettiğim haberin detayından görüyoruz bunu:

Bir dernek ile başkanı CHP’li bir ilçe belediyesi, tencere kapak hikayesine uygun olarak, bir meydan muharebesine birlikte kutlayacaklarmış dili zorla değiştirme bayramını.

Yazımı, haber metnini yorumlayarak südürmek isterdim ama, bir CHP belediyesinin himayesindeki malum derneğin buram buram siyaset kokan yazılı açıklaması öyle tahrikkâr ki, okurlarım bunu oradan bizzat –çelişkileriyle birlikte– görsünler diye, bir kısmını nakletmeyi daha uygun buldum.

Kemalizm güzellemesiyle ve 12 Eylül kıyımına ağıtla (ki biz, çok iyi biliriz bu dili-kırıkların iflah olmaz bir darbe heveslisi olduklarını) başlayan açıklama şöyle sürüyor:

“Dil Devrimi engellenememiştir; bugün dilimize devrimle kazandırılan yüzlerce sözcük devrim karşıtlarınca da kullanılmaktadır. Demek ki dilde devrim başarılı olmuştur. Günümüzde Türkçenin eğitim ve öğretimini belirleyecek tüm kural ve kurumlarda, Türkçenin gücüne ve olanaklarına güvenmeyen; bilimsel verileri ve bilimcileri dışlayan uygulamalar sürmektedir. Ne yazık ki inancı baskın kılan anlayıştan en ağır biçimde etkilenen alan eğitimdir; öncelikle ortak iletişim aracımız Türkçemizdir. İşte böyle bir ortamda…” bayram edilip eğlenilecektir.

Durun, daha tam saçılmadı dernek açıklamasındaki siyasi inciler:

“Dil Bayramı töreninde Kurtuluş Savaşı kahramanı ve Lozan Barış Antlaşmasının öncüsü İsmet İnönü’ye saygımızla İnönü Vakfı’na; cumhuriyetçi gençlerin yolunu açan Türkân Saylan’ın ulusa armağanı Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Merkezine, (…) ailesine, kendisine yöneltilen çirkin sataşmalara karşın barışçıl bir dil kullanan üyemiz İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na onur ödülleri sunulacaktır…”

Bu ne yaman çelişkidir! Dün Gezi Eşkıya Kalkışmasında tavan yapan edepsizlikle, devletin Başbakanı’na ve muazzez ailesine küfretmek için birbirleriyle yarışanlar, devletin valisine “it” diyen Ekrem’e barışçı dil kullandığı yakıştırmasıyla ödül verebiliyor, hem de hiç utanmadan ve sıkılmadan!

Hal böyle olunca, birileri daha çıkıp, Ekrem büyük dilcidir; Divanü Lûgati’t-Türk’ü, “Türkçe Sözlük Kurunu” adıyla yeniden yazmıştır derlerse asla şaşırmam.

Zira dil mevzusunun çivisi, Sol-Kemalistler tarafından siyasi muharebe kastıyla, yeniden çakılamayacak şekilde yerinden çıkartılmıştır.

Ömer Lekesiz

Yolu cesaret olanın yolu aydınlık olur.

EHLİYET VE LİYAKAT

“Ehliyetli ve liyakatli insan konuşur, itiraz eder, karşı çıkar ama ihanet etmez; zor zamanda etrafına sahip çıkar.

Kifayetsiz muhteris ise susar, itaat eder gözükür, onaylar; ama en kritik anda ihanet eder, satar.”

İhsan Fazlıoğlu

KISSADAN HİSSE

Padişahın birisi bir gün hizmetçilerinden birine meyve verdi. Hizmetçi meyveyi öyle iştahla yemeye başladı ki, padişah dayanamadı ve “Bir parça da bana ver” dedi. Hizmetçi hemen o meyveden bir parça sundu. Ancak padişah meyveyi ısırır ısırmaz onun acı olduğunu fark etti ve kaşları çatıldı.

Hizmetçisine “Söyle bakalım, acı bir meyveyi neden bu kadar iştahla yedin?” dedi.

Bunun üzerine hizmetçi şu cevabı verdi:

“Padişahım şimdiye kadar elinden yüzlerce armağan aldım ve yedim. Hepsi de birbirinden lezzetliydi. Bir kerecik de elinden acı meyve geldi diye suratımı asmam.”

Feridüddin Attar – Mantıku’t-Tayr

Ali Sandıkçıoğlu

EHL-İ SÜNNET NEDİR?

Ehl-i Sünnet’in ne olduğunu ya da ne olmadığını merak edenlere söylenebilecek en kestirme söz şudur.

İslâm tarihi ve İslâm medeniyeti diye bir şey varsa eğer, o, merkezinde Ehl-i Sünnet’in bulunduğu bir tarih ve medeniyettir.

Ehli Sünnet’i çekip aldığınızda ortada İslâm tarihi diye bir şey kalmayacağı gerçeği, Ehl-i Sünnet’in “fırkalardan bir fırka”ya indirgenemeyeceğini gösteren en çarpıcı hakîkattir.

Ebubekir Sifil