Yolu cesaret olanın yolu aydınlık olur.

“Ehliyetli ve liyakatli insan konuşur, itiraz eder, karşı çıkar ama ihanet etmez; zor zamanda etrafına sahip çıkar.
Kifayetsiz muhteris ise susar, itaat eder gözükür, onaylar; ama en kritik anda ihanet eder, satar.”
İhsan Fazlıoğlu
Padişahın birisi bir gün hizmetçilerinden birine meyve verdi. Hizmetçi meyveyi öyle iştahla yemeye başladı ki, padişah dayanamadı ve “Bir parça da bana ver” dedi. Hizmetçi hemen o meyveden bir parça sundu. Ancak padişah meyveyi ısırır ısırmaz onun acı olduğunu fark etti ve kaşları çatıldı.
Hizmetçisine “Söyle bakalım, acı bir meyveyi neden bu kadar iştahla yedin?” dedi.
Bunun üzerine hizmetçi şu cevabı verdi:
“Padişahım şimdiye kadar elinden yüzlerce armağan aldım ve yedim. Hepsi de birbirinden lezzetliydi. Bir kerecik de elinden acı meyve geldi diye suratımı asmam.”
Feridüddin Attar – Mantıku’t-Tayr
Ali Sandıkçıoğlu
Bu fotoğraf ve hikaye, dizilerde padişah eşlerini ingiliz kraliçeleri gibi giydirenlere ve entrikacı gösterenlere ve de yalanlarla dolu ahlaksız dizileri izleyenlere gelsin..!
Cennetmekân Abdülhamit Han’ın kollarında ruhunu teslim ettiği, biricik Eşi Müşfika Hanımefendi’nin nadir fotoğraflarından biridir bu.
Koskoca Hünkâr’dan kalan mirası ise resimde görülen bu soba ve duvarda asılı “Gönül tahtına senden özge sultan olmaya Ya Rab” yazılı bir levha..
Müşfika Sultan vefatından önce tam 30 yıl evinden hiç çıkmamış. Hanımefendi kocasına çok bağlıymış ve hiç unutamamış.
Koca Hünkarın vefatından sonra 30 yıl evinden çıkmaması oldukça ibretlidir ama o kocasının üzüntüsünü duvarda ki,
“Gönül tahtına senden özge sultan olmaya Ya Rab” yani kalbime Allah’dan daha iyi ve güzeli var mı levhasıyla teselli olmuş…
Çok Hisse Alınacak Bir Levha Bu !
Bir röportajında muhabir; “30 yıldır kapıdan çıkmadığınıza göre vücut hareketiniz çok az oluyor demektir. Hiç rahatsızlık çekmiyor musunuz?”diye sorunca cevabı çok hoştur;
“Namaz kılıyorum evladım. Beş vakit namaz beni hem Allah’ıma yaklaştırıyor, hem de sıhhat kazandırıyor. Namazdan iyi hareket olur mu?”
Yaşar Değirmenci
Ehl-i Sünnet’in ne olduğunu ya da ne olmadığını merak edenlere söylenebilecek en kestirme söz şudur.
İslâm tarihi ve İslâm medeniyeti diye bir şey varsa eğer, o, merkezinde Ehl-i Sünnet’in bulunduğu bir tarih ve medeniyettir.
Ehli Sünnet’i çekip aldığınızda ortada İslâm tarihi diye bir şey kalmayacağı gerçeği, Ehl-i Sünnet’in “fırkalardan bir fırka”ya indirgenemeyeceğini gösteren en çarpıcı hakîkattir.
Ebubekir Sifil
Normalleşmenin, anormal durumlardan sıyrılma halini ifade ettiğini farz edersek, Türkiye siyaseten hangi ölçüler içinde normalleşmiş addedilmelidir?
Mesela bugün itibariyle Türkiye’nin normalleştiği söylenebilir mi?
Bilhassa son dönemde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın şahsi inisiyatifiyle elde edilen kazanımların hukuki altyapısı tahkim edilmezse; bu baharın her an kışa çevirme riski taşıdığı unutulmamalıdır. Cennetmekan Sultan Abdülhamit’ten sonra gelen İT (İttihat ve Terakki) takımının devleti nasıl çökerttiği, milleti nasıl perişan ettiği asla göz ardı edilmemelidir.
Bu açıdan bakıldığında, en azından aşağıda bir kısmını saydığım hususlar devam ettiği müddetçe Türkiye’nin “normalleştiği” iddia edilemez diye düşünüyorum;
— Anaokulundan üniversiteye kadar genç dimağlara enjekte edilen ve devletin hücrelerine kadar sinmiş olan resmi ideoloji hükmünü icra ettikçe,
— Olağanüstü dönemlerde süngü ucu zoruyla alınmış ne kadar kanun, anayasa maddesi varsa hepsi yeni baştan milletin onayına sunulmadıkça,
— Tüm darbe, cunta, muhtıra faaliyetlerine katılmış, azmettirmiş, lojistik sağlamış asker, iş adamı, gazeteci kim varsa hepsi yargılanmadıkça,
— Anayasada “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” gibi maddeler yer almaya devam ettikçe,
— Cumhuriyet dönemi boyunca sorulmamış tek hesap, dokunulmamış tek zevat kalmadıkça,
— Resmi tarih tezlerini bir yana bırakıp günahı ve sevabıyla tüm tarihimizle yüzleşmedikçe,
— Atatürk ilke ve inkılapları üzerine yemin etme seremonisi devam ettikçe,
— Devlet ricalinin her fırsatta Anıtkabir’e çıkma ritüeli sürdükçe,
— 82 Darbe anayasası varlığını sürdürdükçe,
— 5816 sayılı yasa yürürlükte kaldıkça,
— Ayasofya kapalı durdukça…
Faruk Türk
Harf inkılâbının tarihimize ve medeniyetimize verdiği zararın bir o kadarını da dinimize verdiğini söylemek için mütehassıs olmaya herhalde gerek yok. Bunu rahatlıkla ifade etmek mümkün.. İsmet İnönü’nün, harf inkılâbıyla ilgili itirafı zaten bu hususta fazla söze gerek bırakmayacak netliktedir. Bakınız harf inkılâbının asıl gayesi neymiş:
“Harf devriminin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.” (İsmet İnönü Hatıralar, Cilt 2, sh. 223)
Niyet apaçık ortada… Merdi kıpti şecaat arz ederken sirkatin söylermiş. Dünyanın en zengin tarihi, kültürel ve dini arşivi tek bir hamleyle anlamsız hale getirildi. Nice profesörler bir gecede “cahil” oluverdi. Bugün dedesinin mezar taşını dahi okuyamayan nesiller ortaya çıktıysa maksat bir anlamda hâsıl olmuş demektir. Konu uzun yara derin.. Uzatmayalım buradan Diyanet bahsine gelmek istiyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşundaki asıl gaye İslam’a hizmet değil, “TC tipi Müslüman” yetiştirmektir. (TC tipi müslümanlık bahsine bilâhare değiniriz.) Kurumun ilk reisi Rıfat Börekçi’nin şapka inkılâbında M. Kemal ile üstü açık arabada başında fötr şapkayla dolaştırılması, Diyanet’in hangi amaca matuf kurulduğunun işaretini vermekdedir. Buna rağmen zamanla kurumun başına hamiyetli ve samimi Müslümanlar gelmiş, kurumun hayırlı işlere imza atmasını temin etmeye çalışmışlardır. Allah onlardan razı olsun. Fakat ilk düğme yanlış iliklenince sonrakilerin de yanlış olması kaçınılmaz oluyor.
Diyanet bahsinde birçok sorunlar dile getirilebilir. Ancak bendenizin dikkatini çeken mühim bir hususu dile getirmem lazım.
İster hutbelerde olsun, ister vaazlarda, ister diğer konuşmalarda tercih edilen dil ve terminolojinin halkımızın alıştığı kadim din terimlerinden farklılıklar içermesidir. Dilerseniz derdimi örnek vererek anlatayım.
Mesela: Rasülullah Efendimiz (sav) ‘den ekseriyetle “Kutlu Nebi” diye söz ediliyor. Yüzlerce yıldır milletimizin diline “Rasülullah Efendimiz, Peygamber Efendimiz, Fahri Kâinat Efendimiz…” gibi birçok güzel ifadeler yerleşmişken “Kutlu Nebi” de nerden çıktı? Aynı şekilde “Kutlu Doğum Haftası” da yavan bir ifadeydi. Neyse ki, geçtiğimiz yıllarda bu düzeltildi. Meselâ Kur’anı Kerim yerine genellikle “Kerim Kitabımız” deniyor. Hâlbuki bizim kitabımızın adı Kur’an’dır. Kur’anı Kerim’dir. Buna benzer ifadeler belki sizin de dikkatinizi çekmiştir. Bilemiyorum.
Şimdi zaten Müslümanlar arasında yeteri kadar farklılıklar var, bir de terminolojide yeni farklılıklar icat edilmemelidir. Din bahsinde kutlu nebi, kutlu doğum gibi ifadeleri kusura bakmayın, şahsen yadırgatıcı ve yavan buluyorum. Daha geleneksel ve kadim Türkçe tercih edilmelidir. Diyanet’ten, bu konularda herkesten çok daha hassas olmasını beklemek hakkımızdır.
Faruk Türk
Şahsiyet-i fani üzerine, hakikat-i baki inşa edilmeyeceğini kavramak için illa acı tecrübeler mi gerekiyordu?
Şahsiyetler üzerinden hakikati ortaya koymaya çalışmak ve şahısların peşinden giderek, isabetli bir gidişat içerisinde olmak mümkün değildir. Burada sıkıntı, şahsiyetler üzerinden hareket eden kişinin yaptığı her şeyin doğru olduğu zehabına kapılmasıdır. Hak şahıslara göre şekil değiştiren bir durum değildir. Tersine insanlar Hak’ka göre şekil almalıdır.
Hakkın ve hakikatin merkezine kendini koyma ve tüm dünyayı kendi etrafında dönüyor sanma bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalananlar, bir gün doğru deyip şiddetle savunduğu davranışın tam tersi davranışı başka bir zaman yine aynı taassup ile savunma zafiyetine düşer.
“Büyüğümüz şöyle buyurdu”, “Büyüğümüz böyle dedi” ile istikamet belirleyenler, hakikatin dili ile konuştuklarından emin olamazlar. Bunun içindir ki; hedefe ulaşmaya çalışırken, muhakkik alimlerin Kitap ve Sünnet ışığında ortaya koydukları kaidelere göre hareket etmek zorundayız ve en önemlisi de birbirimize karşı değil, küfre karşı mücadele etmeliyiz.
Bu mücadeleyi sağlayabilmenin öncelikli şartı ihtilaftan uzak durarak birlik içinde olmakla sağlanır. Değişen teknolojinin, özellikle olumsuz sosyal etkileri, mücadele anlayışını zorlaştırmış olsa da, değişen dünyada ehli küfrün tüm silahlarının ne olduğunu ve nasıl bir karşılık içinde davranmamız gerektiğinin bilincinde olmamızı gerektirir.
Usul ve metot itibariyle ne yapılması, nasıl davranılması gerektiği açık, net ve belirgin olmalıdır. Usul daima esastan önce gelir. Esasa maksat ve usule yol, yöntem, metot olarak izah edersek, yanlış usulle esasa ulaşılamayacağından yani yanlış yol, yöntem ve metotla, maksat hasıl olmayacağından sonuç en nihayetinde hüsranla neticelenecektir.
Mücadelemiz kişilerle değil, ehli küfrün dayanmış olduğu fikirler ile olmalı ve gayemiz, ferdin ıslahına yönelik bir çaba olmalıdır. Kimin yaptığına bakılmaksızın yanlışlıklar ortaya konulmalıdır. Burada maksat hakikati beyan olmalıdır.
Bütün bunlar belli bir usul ve metotlarla yapılması, bu usul ve metotların tüm dava ehlince bilinir olması önem arz etmektedir.
Keyfilikten uzak olmak, bireysellikten kaçınmak, mücadele gücüne güç katar. Birlikten kuvvet doğar.
Çaba bizden tevfik ve inayet ise alemlerin Rabbindendir.
Saygılarımla
Alp Arslan
Şeriat ilahi nizamdır. Tasavvuf bu ilahi nizamı hakkıyla yaşama yoludur. Tarikat ve tasavvuf sizin daha iyi ibadet etmenize vesile olmuyor, haram ve helal dairesini en güzel şekilde ortaya koydurmuyorsa orada tasavvuf ve tarikatden bahsetmek abesle iştigaldir.
Tasavvuf,
Allahü teâlâyı, görür gibi ibadet etmektir. Hadis-i şerifde buyuruldu ki:
“Allahü teâlâyı görür gibi ibadet et! Sen Onu görmüyorsan da, O seni görüyor”. (Buhari)
Cüneyd-i Bağdadi:
Tasavvuf Hakkın sendeki seni öldürmesi ve kendisiyle yaşatmasıdır. Yani insanın nefsini yok etmesi ve yalnız Hakk’ın irade ve ihtiyarıyla hareket etmesidir.
Ma`ruf Kerhi de şöyle der: Tasavvuf, hakikatleri almak ve yaratılmışların elinde her ne varsa hepsinden ümidi kesmektir.
Yunus Emre’nin, (Şeriat, tarikat yoldur varana, hakikat, marifet andan içeru) sözü meseleyi ne kadar güzel anlatır.
Tasavvuf; kemale ermek için ruhu, ibadet, zikir ve fikir gibi şeylerle terbiye ettirip nefsi kalb hastalıklarından tezkiye etme yolunu gösteren ilimdir. Konusu, zikir, fikir, ahlak, riya, muhabbet, buğz, tevazu ve kibir, hırs, mürakabe, mücahede ve tevekkül gibi şeylerdir.
Fıkhı ve ilmihali bilmeden tasavvuf erbabı olduğununu zaneden cahillerden çekiyoruz ne çekiyorsak.
Fıkıh ilimini bilmeyen gençleri tasavvuf erbabı diye şartlandırırsanız, onlar sapıtarak keramet ehli olduklarını zannederler. Baktılar kendilerinde bir şey yok, başlarındaki idarecileri uçururlar. Şeyh uçmaz müridi uçurur noktası tamda budur.
Bir kimseye bağlanan ve inananlar, onu olduğundan daha üstün görürler. Onda olağanüstü değerler bulunduğuna inanır ve buna başkalarını da inandırmak isterler.
Bu ne tasavvuf nede tarikattır. Olsa olsa şeytanın maskaralığından baska bir şey değildir.
Selam ve dua ile
Adnan Bayraktar
Allah, kullarına zulüm etmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azaba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar” (Nahl, 33)
Allahü teâlânın feyzleri, nimetleri, ihsanları, yani iyilikleri, her an, insanların iyisine, kötüsüne, herkese gelmektedir. Herkese mal, evlat, rızk, hidayet, irşad ve selamet ve daha her iyiliği fark gözetmeksizin göndermektedir. Fark, bunları kabulde, alabilmekte ve bazılarını da almamak suretiyle, insanlardadır.
Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şekilde, parlamakta iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyazlatır.
Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şekilde parladığı halde, elmayı kızartınca tatlılaştırır. Biberi kızartınca acılaştırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin ışıkları ile ise de, aralarındaki fark, güneşten değil, kendilerindendir.
Adnan Bayraktar