HAKPERESTLİK ve AİDİYETLERİMİZ

İnsan olarak herhangi bir sosyal grupla irtibatımızın veya daha hususi manasıyla o sosyal gruba intisâbımızın temelinde söz konusu teşekkülün hak oluşu, hakkın hizmetkârı, dava edicisi ya da sözcüsü oluşu, haktan yana oluşu vardır. Ferdin şuuru, farkındalığı ve bağlılık hissinin derecesiyle merkezden muhîte doğru ifade etmeye çalıştığım bu sâikler elbette hayatîdir. Hususiyle manevi arka planı olan aidiyetlerimizde iş bu “Hakk” olma vasfı mevzunun en mühim noktasını teşkil eder. Zîra, bu husus ebediyyete müteallik netîceler tevlîd eder (meydana getirir).

Hak din, Hak Mezhep, Hak Yol terkiplerinde ifadesini bulan bu ‘hakikate tekâbül etme’ ya da en azından ondan bir cüz olma durumu min vechin ittifaklarımızın, min vechin ihtilaflarımızın sebeb-i vücûdudur. Yahut ferdin telakki tarzına göre cem edici de olabilir, tefrik edici de. Kadîm bir problemdir. Halli ise pek müşkil.

Avâmın âidiyetleri hakkındaki mutlaklaştırıcı bakış açısı esasında fıtrîdir ve dolayısıyla normaldir. Hatta belki de istifadesi için faydalı ve daha da ötesi zaruridir. Sosyal grubun en geniş alt katmanını teşkil eden bu kalabalık grubun tamamının şüpheci ya da sorgulayıcı bir tarzla hep tahkike yönelmesini beklemek, ısrarla taklidi terke yönlendirmeye çalışmak belki onun taşıyamayacağı sıkletleri sırtına yüklemeye çalışmak olarak değerlendirilebilir. Bunun da o grubun dağılmasına ve cemaatin tükenmesine müncer olacağı az çok psikoloji ve sosyolojiden anlayan insanların tahmin ve takdir edebileceği bir akibettir.

Bu nedenle bir sosyal yapının ilmiye zümresi ve teorisyenleri ile taklid ehli müntesipleri arasındaki ifade/ istifade münasebetinin bu sosyolojik gerçeğe göre inşa edilmesi gerekliliği asla göz ardı edilmemelidir. Yani bu diyalogda muhatap, bilgi eksikliği olan ve takıldığı her hangi bir meselede istifsarda bulunan (soru soran) mukallit biri bile olsa aslî gayenin hak üzere müstakîm olarak devam etmek olduğu asla unutulmamalı, bu istikameti sarsacak fazla ve lüzumsuz izah ve talimden hazer edilmelidir (sakınılmalıdır). Kısaca ilaç hastalığın şiddetiyle mütenasip olarak uygulanmalı ve fazla dozdan kaçınılmalıdır.

Meselenin bu kısmında esasen anlaşılmayacak, beyâna muhtaç bir yön bulunduğunu düşünmüyorum. İzaha çalıştığım bu duruşun, ilmî merkezler ve tâbî konumdaki avâm muhitler itibariyle, ayrıca bilgi kaynakları açısından bundan 15-20 yıl evveline kadar ferdî/ictimâî hayata uygunluğundan da asla şüphe duymuyorum. Fakat benim asıl maksadım ve bu yazıyı kaleme alış gayem şu ki; modern insan ya da moderniteden etkilenmiş müslüman fert, gerek her türlü bilgiye ulaşmadaki hızı sebebiyle, gerekse aldığı eğitimin her kademesinde hiç de hak etmediği halde şişirilen egosu sebebiyle hiçbir alanda avâm olduğunu kabul etmemektedir. Başka bir ifadeyle mâlûmâtfuruşluk ile ehl-i ilim olmanın farkını anlayamayan ve ihtisas seviyesiyle genel kültür düzeyi arasında fark görmeyen bu arızalı telakki modern dönemde eğitim ve kültür seviyesi katmanları arasındaki ton farkını flulaştırmıştır. Hakiki ilim ehli, herkesi her meseleyi idrakte istidâtlı görmek ile herkesi her meselede anlama kabiliyeti yetersiz olarak görmek arasında bocalamaya ve mevzuları izaha nereden başlayacağı hususunda karasızlık yaşamaya başlamıştır. Ama vaziyet bununla da kalmamış yani sadece mesâil-i ilmiye (ilmî meseleler) avâma inmemiş, fakültelerdeki meddahlığa endeksli hoca-asistan münâsebetleri avâm seviyedeki nice insanın hakiki bir liyâkat ve kifâyet elde etmeksizin üniversite kürsülerini işgal etmesiyle iş iyice çığırından çıkmıştır. Yüksek öğretim kurumlarında torpile, müdâheneye, yağcılığa dayalı seviyesiz ilişkilerle akademik kariyer elde etmiş böyle öğretim üyesi taslaklarının meseleleri edebiyatla süsleyen indirgemeci ve sloganik üslûbu avâm üzerinde dehşetli bir tesir icrâ etmiştir. Zira bu insanlar takipçilerini “öyle çok ihtisasa lüzum yok, siz de her meselede müstakil kanaat sahibi olabilir hatta içtihad edebilirsiniz” cümleleriyle okşayıp cesaretlendirerek ilmin mümtâziyetini ve saygınlığını zedelemişlerdir. Ancak ulemâ arasında medâr-ı müzâkere olabilecek çok dakîk ve nazik meselelerin televizyon ekranlarında tartışılır hale gelmesi, hakkı arama gayesi olmayan ve kendi kanaatine mutaassıbâne sarılmış, şahsî reklamının ve şöhretinin derdine düşmüş kişilerin sadece birbirini açığa düşürmek kastıyla münazarada bulunmaları, bu programları izleyen binlerce insanın akidevî, amelî ve ahlakî savrulmalar yaşamasına sebep olmuştur.

Artık bu insanlar, kulaktan dolma bilgilerini o derece sarsılmaz ilmî veri olarak telakkî etmekteler ki en hassas meselelerde “bence” ile başlayan kanaat cümleleri kurmakta hiçbir beis görmemekteler. Yani cehl-i basitler ahir zamanda cehl-i mürekkebe intikal etmiştir.

Cehalaleti mürekkep olanın hakikat anlayışı ise kendi mezhep ve meşrebini “hak” olmaktan “yegane hak” olmaya yükseltmiştir. Bunun dolaylı neticesi ise kişinin o mezhep ve meşrepten olmayan herkesi batıl ehli görmesi ve ötekileştirmesi olmuştur. Artık yukarıda bahsettiğimiz izafetler birer iftirak tohumuna dönüşerek müşterek büyük aidiyeti zaafa uğratmaktadır. İlimsizlik bozuk kafalarda iman/küfür sınırı bırakmamış, tekfir okları pervasızca fırlatılır olmuştur. Cehaletle iyice şişen taassup, mezhep ve cemaat farklılıklarını mümin/kafir ayrımı olarak telakki etmeye sürüklemiştir.

İşte tam da böyle bir vasatta müstakîm ve ihlaslı ilim ehli indirgemeci olmadan, hakkı batıla bulamadan insanlara hakikati anlatabilmenin başka usullerini de keşfetmeli, hatta îcâd etmeli, “Hak buradadır” demekle “bura da Hak’dır” demek arasındaki farkı avâma da anlatabilmelilerdir.

Yani ilim ehli artık ”müntesiplerimiz, muhibbânımız böyle telakkî etse de olur, onların istifadesi bu şekildedir” demek lüksüne sahip değildir. Zira bu durum Mutlak Hakikat olan dinî müşterekliğimize zarar verir hale gelmektedir. Yanlış-eksik bilginin, yanlı-hatalı yorumun, meyânından koparılmış aktarımların teknolojinin yeni icatlarıyla süratle tedâvül ettiği, uhrevî mes’ûliyet hissi taşımayan hevâsına râm olmuş sahte hocaların kanal kanal dolaşıp zehir saçtığı modern zamanlarda avâmın hurâfe ve taassubunu âidiyetlerimizin hayat kaynağı haline getirmemeliyiz. İhtisas sahibi alimler kılı kırk yararcasına bir dikkat ve itinâ ile “Hakka nisbeti bulunmakla”, “ yegane Hak olmanın” farkını tüm tâbîlere anlatmalı, ilmin mehâbetini taşıyan kucaklayıcı ve kaynaştırıcı bir dilin doğuşuna vesile olmalılardır.

Muhtelif mezhep ve tarîkler içinden birini râcih diğerlerini mercûh kılacak sebeplerin bulunması zaten ait olduğumuz yeri tercihimizi mâkul kılan şeydir. Bir fazilet farkına inanmak, nispette akrebiyyet iddia etmek elbette tabiîdir ve bu kadarı herkesçe anlaşılabilirdir. İç bünyede kalmak şartıyla bu efdaliyet ve akrebiyetlerle iftihar edilip o nimet-i maneviyyeye şükran ifadelerinde bulunmak da eşyanın tabiatı gereğidir. Ama bu telakkîlerin âidiyetimiz dışındaki grupların hakka olan izafetlerini inkar retoriğine dönüşmemesi, tahkir, tezyif diline inkilap etmemesi ve nihayet nefret halini almaması gerekmektedir. Hatta muhataba saygının bir gereği olarak kendi aidiyetimize dair efdaliyet ve akrebiyet telakkimiz dışarıya karşı gerekmedikçe ve hususi bir maslahat olmadıkça zikredilmemeli, İslâmî ve ahlakî nezaket ve nezafete riayet edilmelidir.

Müktedâmızın (önderimizin) gayrına sebbetmek (hakaret etmek) ona olan nisbeti takviye ya da tahkim eden bir husus asla değildir. Devamlı sun’î rakip ve rekabet oluşturma ve onunla meşgul olarak aidiyet ispat etme tavrı esasında mutmain olmayan kalplerin yanlış noktada bir itmi’nan arayışından ibarettir. Öyle bir yanlış nokta ki şeytanı sevindirmekte, Müslümanları parça parça etmekte, kardeşlik bağlarımızı zedelemektedir.

Bir Müslüman için Kelâm-ı Kadîminde şüphesiz en mükemmel ef’âl , etvâr ve ahlak ölçüleri vaz eden Allah Teâla Enam Suresi 108. Ayette müminlere ;

وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِم مَّرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

“Onların Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah’a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi böyle süslü gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verir.”(Enam Suresi -108) buyurarak; müşriklerin Allah’tan mâadâ taptıklarına dahi (onların galeyân ile infiâline müncer olacak ve taassuplarını tetikleyecek surette) sebbetmeyi yasaklamaktadır.

Ümmet-i davet olan müşrikler için bize öğretilen bu diyalog ve müzakere üslûbu ümmet-i icabet olan biz müminler arasındaki aidiyet farklılıklarında evleviyetle riayet edilmesi gereken bir usul ve üsluptur. Şüphesiz Kuran’ın bize emrettiği bu usul müminlerin uhuvvet hissini takviye eden birçok nükteler barındırmaktadır.

Nitekim; Allah’ü Teâla razı olduğu kullarının vasıflarını beyan buyurduğu muhtelif ayetlerinde onları “(Müminlere karşı tezellül, alçak gönüllük sahibidirler), (Birbirlerine karşı merhametlidirler) vasıflarıyla tebcil etmektedir. Dikkat edilirse bu ayetlerdeki müminler sadece ‘iman’ müşterek vasfıyla bu tevazu ve merhamete terğîb ve teşvik olunmaktadırlar.

Kuran hiçbir kayıt koymaksızın ve üstelik tarik-i kasır ile “Müminler ancak kardeştir” buyururken, kimsenin müminler tavsifini başka vasıflarla takyid etmeye hakkı bulunmamaktadır. Sûfiyyenin büyüklerinin dahî şiddetle karşı çıktığı Zahir-Batın, Kabuk-Öz gibi ayrımlara giderek uhuvvet hislerimizi zayıflatmak asla tasvip edilemez. Müşterek izafetimiz olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat aidiyetimiz her türlü nispetin üzerinde tutulmalı Kur’an-ı Hakim’in ve Sünnet-i Sahiha’nın bu noktada tesis ettiği kardeşlik bizi her türlü iftirak ve infiraddan muhafaza etmelidir.

Artık her dini grup ve cemaat memur olduğumuz bu uhuvvet ufkuna hizmet etmeli, İslam kardeşliğine vurgu yapmalı, muhabbet beslemedeki usûlî yanlışlık ve ifratla bünyede muzir telakkilerin oluşmasına sebebiyet veren kaba softaların ağızlarına mühür vurmalıdır. Aksi durum ümmeti kolayca yenilip hazmedilebilecek küçük gruplara ayırmaya ve bizi mutlak küfre karşı zayıf ve zelil kılmaya devam edecektir.

Bu yazdıklarımın, cemaat, tarikat ve hatta mezhep karşıtlarının dile getirdiği argümanlarla hiçbir ilgi ve alakası bulunmamaktadır. Bilakis mezhepsizliğin veya tasavvuf aleyhtarlığının hangi mülahaza ile olursa olsun mutlak idlâl edici (saptırıcı) cereyanlar olduğundan hiçbir kuşkum da yoktur. Fakat Hakikate uzak-yakın izafeti olan mezhep ve cemaatlerin ümmet mefhumunu umursamaz bir şekilde sadece kendi nisbî hakikatlerine ve gündemlerine odaklanmaları ve ümmet kardeşliğinin cemaat kardeşliği yanında neredeyse fark edilemeyecek derecede silikleşmesi hatta unutulması iş bu tasavvuf aleyhtarlarının ekmeğine yağ sürmektedir.

Eğer va’z-u irşadın merkezine rüyalar, vâkıalar, keramet nakilleri, emniyet telkîn eden cennet tebşirleri yerine âyât-ı münzele ve ehâdis-i nebeviyyeyi getiremezsek dini yaşayışımıza edile-i asliyye değil rivayet ve hikayeler hâkim olacaktır. Şeriatın hak etrafında ictima ve tevhidden ibaret özü, hakikati sahiplenmede inhisâra ve hased pratiğine, gerçek tasavvufun tevazu ve mahviyet (alçakgönüllülük) bahşeden ruhu gizli kibir ve istiğnâ retoriğine kalb olacaktır.

Yakînî olmayan makbulâtımızın neşesini sadece kendi hâs dairemizde ve gönül dünyamızda yaşayabilme erdemini elde etmemiz, hüsn-ü zanna müstenid itikat ve kanaatlerimizin başkaları için kat’iyyet arzetmediği gerçeğini idrak etmemiz, benzer kabullenişlerin dış bünyeden muhataplarımız için de söz konusu olduğunu unutmamız gerekmektedir.

Hasılı ‘Hak’ en büyük davamız, ‘uhuvvet’ yegâne devâmız olmalıdır.

Burhanettin Çağırıcı

CEMÂATİN BUGÜNKÜ YAPISINDAN “ÂLİM” ÇIKAR MI?

Başlangıçtan beri cemâatin en temel iddialarından birisi “hoca/âlim” yetiştirme iddiasıdır. Cemâati yakından tanıyan herkesin çok iyi bildiği bu hususun hangi oranda gerçekleştirilebildiği ise tartışmalıdır. Bu soruya verilecek cevap da aslında “âlim/hoca”dan ne kast edildiği ile doğrudan ilgilidir.

Eğer “âlim/hoca” ile kastedilen, cemâatin yurtlarında temel dînî bilgileri çocuklara öğretecek ve müfredâttaki ders kitaplarını okutabilecek kadar bilgili personel yetiştirmek ise bu hedefin büyük oranda gerçekleştirildiğini söylemek mümkündür.

Fakat “âlim/hoca” yetiştirmek ile kastedilen, Temel İslâm Bilimleri (tefsîr, hadîs, kelâm, fıkıh, tasavvuf, mezhepler tarihi vb.) alanında ihtisâs sahibi insan yetiştirmek ise bu şekilde bir hedefin gerçekleştirilebildiğini söylemek mümkün değildir. Zira cemâatin bir asra yakın geçmişinde bahsi geçen alanlarda yetişmiş ve ümmete mal olmuş tek bir isim göstermek mümkün değildir.

Esâsen cemâatin şu anda ve yakın geçmişte böyle bir gâyeye sahip olduğunu söylemek de mümkün değildir. Çünkü mevcut program ve uygulanışı, bu şekilde bir gâyeye sahip olunmadığını açık bir şekilde göstermektedir.

Oysa cemâatin kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin “Neden kitap yazmadınız?” sorusuna cevâben söylediği şu sözleri, kuruluş aşamasında bu şekilde bir gâyenin varlığını ispatlamaktadır:

“Selefin mum ışığında yazdığı paha biçilmez hazine misali eserlerin toprağa gömülerek çürüdüğünü, bakkallara satılarak çöplüklerde çiğnendiğini, bir kısmının da kütüphane raflarında tozlanmış ve çürümeye terk edilmiş olduğunu gördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, din ilimleri yok olmaya yüz tutmuş olan bir zamanda, kitap yazmaktansa, yazılan ilmî eserleri anlayarak anlatacak ve ilmi satırdan sadra intikal ettirip yaşatacak talebe, yani canlı kitap yetiştirmeyi daha lüzumlu buldum.”

Buna göre o, o günkü şartlar içerisinde kitap yazmaktansa geçmişte âlimler tarafından yazılan eserleri okuyup anlatacak “âlim/hoca” yetiştirmeyi daha zarûrî ve hayâtî görmüştür.

Bu sözler, kitap yazılmaması gerektiği anlamını da içermemektedir. Tam tersine ilmî eserleri okuyup okutacak ve onların üzerine bir şeyler ekleyecek nesil yetiştirme ihtiyaç ve hasretini ifade etmektedir.

Nasıl olduysa onun ortaya koyduğu bu ulvî gâye, zaman içerisinde yalnızca yurda personel olabilecek kadar ilim seviyesine sahip insan yetiştirmeye indirgenmiştir. Tabiri caizse kemmiyyet/sayısal çokluk, keyfiyyetin/vasıflı ve liyâkatli olmanın önüne geçirilmiştir.

Bunun sebepleri ve sonuçları üzerinde söylenecek çok söz olmasına rağmen şimdilik -çoğu yanlış işlerde olduğu gibi- bunun da arkasında yatan en büyük âmilin, idâreci konumunda bulunanların yanlış uygulamaları olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki ilim ve ders okutmak ile meşgul olan hocaların tamamı, bulundukları bölgenin idarecisinin tasarrufu altındadır. Yanlış bile olsa onun emir ve direktiflerinin dışına çıkamamaktadırlar. En küçük bir itiraz ya da tenkitleri, hocaların şiddetli ve diğerlerine ders olacak şekilde cezalandırılmalarına sebep olmaktadır.

Sayıca zaten çok az olan ilme, okumaya, araştırmaya, incelemeye, kitaplara vs. düşkün hocalar inşâatlara ve pasif görevlere verilmektedir. Âdetâ gizli bir el, cemâatte zaten cılız ve bireysel gayretlere bağlı olan ilim merakını ve meraklılarını cezalandırmaktadır. Daha da kötüsü, bu şekilde bir merak ve çaba “hizmet” olarak değerlendirilmemektedir.

Dahası mevcut müfredât bugünün şartlarında “âlim/hoca” yetiştirmek için yeterli değildir. Çünkü tefsir ve hadis gibi dinin en önemli iki kaynağına ait metinlere yönelik dersler müfredâtta yer almamaktadır. Celâleyn ve Beydâvî tefsîrleri gibi hacim bakımından oldukça küçük tefsîr eserlerini ya da Buhârî ve Müslim gibi en sahih kabul edilen iki hadis kitabını okuyan hoca sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır.

Aynı şekilde bu iki ilmin usûlüne (ulûmü’l-Kur’ân, tefsîr usûlü, ulûmü’l-hadîs, hadis usûlü) ait kitaplar da müfredâtta bulunmamaktadır. İlimlerin târihine ve tarihsel gelişimlerine yönelik herhangi bir ders de okutulmamaktadır. Hâlbuki bunlar olmadan istenen ilmî seviyenin elde edilmesi mümkün değildir.

Kaldı ki günümüz şartlarında klasiklerin yanı sıra din bilimlerine yönelik modern bilim dallarının da bilinmesi ve öğretilmesi gerekmektedir.

Netice itibarı ile bugünkü müfredât ve şartlar içerisinde ümmetin ihtiyaç duyduğu seviyede “âlim/hoca” yetiştirilmesi mümkün değildir.

Bugüne kadar yapılan iyi ve güzel işleri takdir etmenin yanı sıra bütün bunlar, yanlışları görmemize ve bunları tenkit edip îkâz ve ıslâh etmeye çalışmamıza engel olmamalıdır. Zira emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker vazifesi bunu gerektirir.

“Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!” (N.F.K.)

“(Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”

Zümer, 9. Ayet-i Kerime

Tunahan Erdoğan

CEMAAT RUHUNU ÖLDÜRMEYİN EFENDİLER..!

Cemaatler gönüllü teşekküllerdir.

Bu mahiyetleri itibariyle benimsedikleri yöntem ve usullerin de “gönüllülük” esasına dayanması icap eder.

Zira cemaat adını verdiğimiz yapılar, herhangi bir mecburiyet olmadan sırf Allah rızası için bir araya gelen insanlardan müteşekkil topluluklardır.

O sebeple cemaatlerde kemiyetten ziyade bu keyfiyetin muhafazası çok daha mühim bir meseledir.

Elinizin altındaki insanlara “Şu kadar kurban, şu kadar takvim, bu kadar umre yazdım” diyerek şirketlerinizin kârını katlayabilirsiniz.

Hatta bununla iftihar da edebilirsiniz.

Fakat cemaat ruhunu öldürdüğünüzde yaptığınız işin bir değeri kalmış olmaz.

Samimiyetle İslam’a hizmet gayretinde olan cemaatlere diyoruz ki…

– Lütfen ticaretten uzak durun.

Ticarete bulaştığınız vakit, tüccar zihniyetiyle hareket etmeniz icap eder. Yoksa batarsınız..

Hâlbuki cemaatten maksat, para kazanmak, şirketler kurmak ve cemaat mensuplarını bu şirketlerin “tabii müşterileri” haline getirmek değil ki…

Bakınız çok mühim bir şeyden bahsediyorum.

Size Allah rızası için gelmiş insanları ticari gayelere alet etmek ağır vebaldir.

Ne olur bunu yapmayın, holding mantığıyla hareket ederek cemaat ruhunu öldürmeyin!.

– Tasavvuftaki itaat kültürünü dünyevî gayeler için kullanmayın.

Cemaatten maksat Allah rızasıdır, vasıtaları asla bu maksadın önüne geçirmeyin!.

– Rasülullah’ın “Ümmetin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir” buyruğunu göz ardı ederek, kendinizi ümmetten tecrit etmeyin.

Unutmayın cemaat ümmetten bir cüz’dür, ümmet varsa cemaat vardır.

Karakollara düşmek pahasına Cezayir zulmünü kürsüden kınayıp ‘Kardeşlerimiz için dua edelim’ diyen Allah dostlarının yolundan gidenler ümmet şuuru noktasında herkesten çok daha hassas olmalıdırlar!.

– Başınızdaki zâtları sevin, sayın.

Fakat asla şahısperestlik yapmayın.

“Hata edersen seni kılıcımızla düzeltiriz ey emirel mü’minin!” düstûrunu hatırınızdan çıkarmayın!.

– Siyasetten uzak durun.

İlla siyasete meraklıysanız parti kurup boyunuzun ölçüsünü alın.

Ama bunu göze alamıyorsanız hiç o tahtaya basmayın!.

Evet, dini yapıları içeriden çürüten bu illetleri siz daha da artırabilirsiniz.

Eğer bu dostane uyarılara kulak vermez de bildiğinizi okumaya devam ederseniz, yarın ahirette Allah dostlarının iki elinin yakanızda olacağını unutmayın.

Faruk Türk

NASIL İTAAT

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَاُو۬لِي الْاَمْرِ مِنْكُمْۚ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ ف۪ي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّٰهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ ذٰلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَأْو۪يلاً۟

Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ülü’l-emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah’a ve peygambere götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir.(Nisa, 59)

Bu.ayet-i Kerimenin tefsirlerine bir bakalım.

Beyzavi’ye (685/1286) göre ulu’l‐emr Hz. Peygamber döneminde ve ondan sonra müslümanları yöneten emirlerdir; halife, kadı ve komutanlar da bu kapsamdadır; bir önceki ayette adaletle hükmetmek emrolunduktan sonra bu ayette yöneticilere itaat emredilmiş ve böylece adaletle yönetmeleri şartıyla onlara itaat etmenin vacip olduğu belirtilmiştir. Nesefi de bu görüşü tercih etmiştir. (Nesefi, Tefsir, I, 367, 368.) Hemen bütün müfessirler bu bağlamda “İtaat marufadır” (Buhari, Megazi 59; Müslim, İmaret 31. ) ve “Allah’a isyanda kula itaat yoktur”( Ahmed b. Hanbel (241/855), Müsned, nşr. Şuayb el‐Arnaut ve diğerleri (Beyrut: Müessesetü’r‐Risale, 1421/2001), VI, 432. ) hadislerini zikretmiş ve Allah’a isyan etmeyi emreden hiç bir yöneticinin emrine itaat edilmeyeceğini ifade etmişlerdir. (Kesir, Tefsir, II, 345.)

Zeccac (311/923) bu farklı kavilleri şöyle uzlaştırmıştır: “Ulu’l‐emr ashab‐ı kiram ve onların yolundan giden âlimlerdir; yöneticiler de ilim ve din ehli olup âlimlerin sözlerine uyarlarsa onlara itaat etmek farz olur; dolayısıyla ulu’l‐emr müslümanların dinleriyle ilgili işlerinde ve dinî durumlarını iyiliğe götüren her konuda söz sahibi olan insanlardır”.

(Ebu İshak İbrahim b. es‐Seriyy ez‐Zeccac, Meani’l‐Kur’an ve i’rabuh, nşr. Abdülhâlim Abduh Şelebi (Beyrut: Âlemü’l‐Kütüb, 1408/1988), II, 67.)

İmam Matüridi ulu’l‐emr kavramının hem yöneticileri hem de âlimleri kapsayabileceğini, halkın yöneticilerin kararlarına ve âlimlerin fetvalarına uyması gerektiğini ifade etmiştir.

(Matüridi, Te’vilatü’l‐Kur’an, III, 227‐228.)

Biz emirimize itaat ettik demekle mesuliyetden kurtulmak mümkün mü?

Ahirette cehenneme gönderilecek olan zalim, hain ve kafir halk idarecilerini, emirlerde de onları suçlayıp birbirlerini lanetleyeceklerdir. (bk. A’raf, 39; Şuara, 99)

وَقَالُوا رَبَّنَٓا اِنَّٓا اَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَٓاءَنَا فَاَضَلُّونَا السَّب۪يلَا

Ve demiş olacaklardır ki: “Yarabbi! Muhakkak biz reislerimize, idarecilerimize ve büyüklerimize itaat ettik. Artık onlar da bizi doğru yoldan sapıttılar.”(Ahzab, 67)

Yukarıda özet olarak anlatıldığı durum üzere itaat ettim kurtuldum mantığı ehli sünnet şiarına birebir terstir. Kıyamet günü bizi doğru yoldan saptırdılardan önce; bu dünyada aklımızı başıma devşirerek tefekkür edelim..

Adnan Bayraktar

CEMÂATİN BUGÜNKÜ YAPISINDAN “ÂLİM” ÇIKAR MI? SUALİ ÜZERİNE BİR MÜTALAA

Tunahan Erdoğan Hocam geçen günkü yazısında “Cemaatin bugünkü yapısından alim çıkar mı?” diye sormuştu.
Hal-i hazırda takip edilen program ve müfredatla “Evet, bu program ve müfredattan alim çıkmaz” diyebiliriz.
Ancak; bu hiç çıkmayacağı anlamına da gelmez. Hoca Nasreddin merhumun da dediği gibi, Un var, Yağ var, Şeker de var, o halde niye “Helva” yapılmasın, niye “Alim”ler çıkarılamasın?
Cemaatin bugünkü yapısına baktığımızda “Alim” çıkarabilmek için hakikaten de çok geniş imkanlar mevcut.
“Eleman” mı diyorsunuz, mevcut; “mekan” mı diyorsunuz, mevcut; “imkan” mı diyorsunuz, mevcut….
O halde geriye bu imkanları terkip ederek “Helva” yapmak kalıyor.
Bu yazıda acizane sizlere kendi “helva” tarifimi sunmak istiyorum. İstiyorum ki; bu sayfayı sessiz sedasız takip eden Cemaatin alt, orta, üst kademedeki gönül vermişlerine bir fikir olur ve eldeki bunca imkanlarla geç de olsa bir “Helva” yapma girişiminde bulunurlar.
Tabiki de kendilerinden yazdığım bu fikirlerin aynen tatbikini beklemiyorum, ancak yılda bir iki kez bir araya gelen “İrşadi Komisyon” toplantılarında bir başlık, Talebeler arasında yapılan “Proje Yarışmaları” kapsamında bir yarışmanın konusu “Nasıl alim yetiştirebiliriz?” “Nasıl bir Tekamül?” olur da bunu dert edinenler tarafından çok daha güzel fikirler ortaya çıkar ve uygulanma imkanı doğar.
1- Öncelikle İbtidai, İhzari, Tekamül Altı ve Tekamül müfredatı baştan sona gözden geçirilmelidir. Bugün “Arapça okutuyoruz” diye övünülen kitapların çoğu (Emsile, Bina, Maksut, Avamil, İzhar, Kafiye, Molla Cami…) Gramer kitaplarıdır. Tekamül altı seviyesine gelen bir talebeye “Molla Cami” gibi halen Gramer kitabı okutmak zaman kaybıdır. Bu seviyeye gelen bir talebenin “Gramer” diye bir derdi olmaması lazımdır. Üstelik “Molla Cami” kitabı “Kafiye” kitabının şerhi niteliğindedir, aynı kitabı 2 defa okutmak vakti israf etmek demektir.
Bu maddeye “Bu müfredat Efendi Hazretlerinin müfredatıdır, değiştirilemez” diye itirazlar gelebilir. Ancak yaşadığımız devir Efendi hazretlerinin yaşadığı devir ile bir değildir. O dönemin şartları, sıkıntıları ile bu dönemin şartları, sıkıntıları bir değildir. Ezmanın değişmesi ile ahkam da değişmiştir, değişmesi gerekir.
2- “Kur’an hizmetini en güzel yapan Cemaat” olmakla övünmek güzel şey, ancak Kur’an hizmetinden anlaşılan şey nedir? Kur’an-ı Kerim’i öğretmekse tamam, doğrudur. Ancak bugün baktığımızda Tekamül bitiren bir talebe onca yıllık talebelik hayatına rağmen, bırakın bir tefsir kitabını, Kur’an-ı Kerim’in mealini baştan sona okumamış ise takkeyi öne alıp düşünmek gerekir. (Bu cümlenin sağlamasını yapmak için tanıdığınız Hocaefendilere “Kur’an-ı Kerimin mealini baştan sona okudunuz mu hiç Hocam?” diye sorun bakalım cevap ne olacak.
Bu sebepten, talebelere Emsile, Bina vs. kitaplardan önce evvela Kur’an-ı Kerimin meali ehil hocaefendiler tarafından kısa bir tefsirle izah edilerek okutturulmalıdır.
3- Yine aynı şekilde en az bir Sahih Hadis eseri müfredata dahil edilerek baştan sona okutulmalı, Sünnet’in dindeki yeri, günümüzdeki Hadis üzerine olan tartışmalar anlatılmalıdır.
Şu husus iyi bilinmelidir ki, yetiştirilen talebeler sosyal hayatta “Arapça Gramer” konularından daha çok Kur’an, Tefsir, Hadis, Mezhep, Deizm, Ateizm vs. gibi hususlarla karşılaşmaktadırlar. Gramer eğitimi, evet “Mühim” dir, ancak “Ehemm” değildir. “Ehemm/Mühim sıralamasına göre müfredata çekidüzen verilmelidir.

4- Bugün yine ağzımızdan düşmeyen bir husus “Mezhepler” konusudur. Önümüze çıkana “Mezhepsiz, Vahhabi…” diye yaftalar atmakta çok cömertiz. Cömertiz cömert olmasına da aceba biz ne kadar mezheplerden haberdarız? Eğitim öğretim müfredatımızda Mezhepler, ortaya çıkış süreci, birbiriyle benzerlik ve farklılıkları, bir mezhebe tabi olmanın gerekliliği vs. hakkında neler var? El-Cevap: Sıbyan seviyesinde talim ettirdiğimiz İlmihal’in “Soru-Cevap” kısmındaki bilgilerden fazlası yok. Bu sebepten müfredata bu hususla alakalı eser/dersler de eklenmelidir.
5- Tunahan Hocamın yazısında bahsettiği Hz. Üstazımızın ifadesinde geçen “Selefin mum ışığında yazdığı paha biçilmez hazine misali eserler” sözü çok önemlidir. Tunahan Hocamın da dediği gibi Efendi hazretleri burada “ilmî eserleri okuyup okutacak ve onların üzerine bir şeyler ekleyecek nesil yetiştirme ihtiyaç ve hasretini” ifade etmiştir. Bu aynı zamanda talebelerine bir işaret ve vazifedir. “Evlatlarım, bakın kütüphane raflarında bizden önceki alimlerin yazdığı çok kıymetli eserler vardır, onları ihmal etmeyin” hükmündedir.
Burada sözü “Çamlıca Basım Yayın” a getirmek istiyorum. Bünyesinde yapılan hizmetleri takdir etmemek mümkün değil. Ancak Cemaate ait bu müessesenin “Dini” eserlerden çok “Tarihi” eserlere ağırlık vermesi anlaşılabilir bir durum değildir. Amiyane bir tabir olacak belki ama affınıza sığınarak sorayım; “Çamlıca Kitap’ın bastığı -Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri, Göynük Şer’iye Defteri, 103 Numaralı Mühimme Defteri veya Türkiye-Ukrayna İlişkileri adlı kitaplar günümüz müslümanlarının hangi derdine deva olacaktır? Bu cümleden kesinlikle bu eserlerin basılmasına itiraz ettiğimiz anlaşılmasın, Evet, bu eserlerin basımı da “mühim”dir, ama “EHEMM” değildir.

Zaten (camlicakitap.com) sitesine girdiğinizde de yayınevinin ehemm/mühim sıralamasını görürsünüz. Üst taraftaki “Kitap” başlığına tıkladığınızda altında sırasıyla (1-Tarih, 2-Edebiyat, 3-Eğitim, 4-Arapça Eserler, 5-Dini Kitaplar, 6-Kur’an-ı Kerim, 7,8,9…) alt başlıkları bulunmakta. Sıralamada görüleceği üzere yayınevindekiler için “Tarih”; Kur’an-ı Kerim’den, Arapça eserlerden ve Dini Kitaplardan daha öncelikli bir konuma sahip. Böyle mi olması gerekirdi? Vicdan sahiplerine havale ediyorum bu hususu.

Peki neler yapılabilir? Çamlıca Basım ve Yayın müessesesi nasıl dini yayınlar konusunda etkin hale getirilebilir?

Açıklayalım;

Hal-i hazırda Tekamül okuyan yüzlerce Talebe mevcut. Ve yine Efendi hazretlerinin de ifade ettiği üzere “Yazma Eserler Kurumu” bünyesinde Selefin mum ışığında yazdığı “Dini ilimlerle” alakalı paha biçilmez hazine misali binlerce eser mevcut. Tekamül seviyesine gelen bir talebe bir yazma eseri rahatlıkla tercüme ve transkript edecek niteliktedir. 8 aylık Tekamül eğitiminin başında komisyon tarafından tespit edilecek Yazma Eserler hacimlerine ve konularına göre tek tek veya gruplara dağıtılarak tercüme ve telifleri yapılsa ve Çamlıca Basım Yayın tarafından da basılarak Ümmet-i Muhammedin hizmetine sunulsa başta Allah ve Rasulü, sonrasında Hz. Üstaz memnun olmaz mı?

Un var, Yağ var, Şeker var, Niye “Helva” yapmayalım?

6- Son olarak da sözü fazla uzatmadan şöyle bir düşünceden/projeden bahsetmek istiyorum;

Cemaat bünyesinde binlerce Yurt binası mevcut. Bu binalardan bir tanesi “Tunahan İslami İlimler Akademisi” şeklinde bir Akademiye çevrilse, ve her katı bir İlim dalına tahsis edilse (1. Kat Kur’an-ı Kerim ve Tefsir, 2. Kat Hadis, 3. Kat Kelam, 4. Kat Tasavvuf, 5. Kat Fıkıh, 6. Kat Mezhepler… vs) ve her kat ilgili olduğu alanla ilgili eserlerle donatılsa, Tekamül bitirenler arasında sınav yapılarak burada mütehassıs Hocaefendiler çalışmalar yapsa, ve yetiştirilse, günün belirli saatlerinde her katta alanıyla ilgili halka açık sohbetler yapılsa… Çok güzel olmaz mı? Olmasına mani bir şey var mıdır?

Yazarken bile çok heyecanlandım, gerisini getiremeyeceğim. Umarım siz de okurken heyecanlanmışsınızdır. Hayali bu şekilde heyecan veriyorsa gerçeği nasıl olur varın siz düşünün.

Ümit ediyorum ki halis niyetle burada yazılanlar cemaat bünyesinde ma’kes bulur ve bu yönde çalışmalar yapılır, bu sayede de Cemaat, ümmet nezdinde sahip olduğu o eski itibarını tekrar tesis eder.

Selam ve Dua ile…

Abdülhalim Selim

“VUSÛLSÜZLÜK, USÛLSÜZLÜKTENDİR!”

Her zaman “ilim” vurgusu daha husûsî olarak da “usûl ilimleri” vurgusu yapıyoruz. Bu, lüzumsuz bir hassasiyet değildir. İlim ve usûl, dinî nassları/metinleri tutarlı bir şekilde anlayabilmek, yorumlayabilmek ve bunlara dayalı bir dünya görüşü ortaya koyabilmek için vazgeçilmezdir.

“Usûl”den ayrılmak ya da takip edilecek tutarlı bir “usûl” ortaya koyamamak, çok yüksek ihtimalle Kur’ân ve sünnetin yanlış anlaşılması ve değerlendirilmesi neticesini verecektir.

Bugün mezhep imamlarımız olarak yâd ettiğimiz âlimlerin en önemli özellikleri de Kur’ân ve hadislerin nasıl anlaşılmaları gerektiği noktasında birer “usûl” ortaya koymuş olmalarıdır.

Usûlü terk etmenin sebep olacağı yanlışlıkları göstermek açısından aşağıda bir sohbet metnine ait bazı fotoğraflar paylaştık.

Hemen belirtelim ki bu yazının amacı kimseyi karalamak, kimseye hakaret etmek, kimseyi küçük düşürmek, kimsenin hâtırasını zedelemek değildir. Böyle bir uyarı yapmamızın sebebi ise muhtemelen bazı kimselerin bize bu şekilde bir isnadda bulunacaklarını geçmiş tecrübemizden dolayı biliyor olmamızdır.

Bu yazının amacı kimsenin hatasız ve masum olmadığını, herkesin yanlışlar yapabileceğini, dolayısıyla kimseye olağanüstü güçler ve lâhûtî bilgiler atfetmenin doğru olmadığını göstermek ve bunun yanı sıra “usûl”ü terk etmenin sebep olacağı yanlışların boyutuna işaret etmektir. Zira çevremizde maalesef sevgi ve muhabbet beslediği ya da bağlı olduğu kişilere onlarda olmayan bazı özellikleri yükleyerek itidali muhafaza edemeyen ve ifrâta düşen kişi sayısı oldukça fazladır.

Metin, 03.03.2013 tarihinde merhum Arif Ahmet Denizolgun’un yapmış olduğu bir konuşmaya aittir. Konuşma metninde şu söz İmam Müslim’in Sahîh’i kaynak gösterilerek hadis diye nakledilmiştir:

إنَّ هذا العِلْمَ دينٌ فانْظُرُوا عمَّنْ تَأْخُذُونَ دِينَكُمْ

“Muhakkak şu ilim dîninizdir. Onu kimden aldığınıza dikkat edin.”

Konuşmanın devamında rivâyette kastedilen ilimlerin şer’î ilimler olduğundan bahsediliyor. Şer’î ilimler denince akla gelen ilim dalları ise tefsîr, hadîs, kelâm, fıkıh, ahlâk/tasavvuf gibi ilimlerdir.

Öncelikle belirtmemiz gerekmektedir ki “hadis usûlü ilmi” açısından bir rivâyetin kime ait olduğu, senedin kendisinde son bulduğu râvîye bakılarak tespit edilir. Aşağıdaki son fotoğrafta görüleceği üzere konuşma metninde kaynak olan gösterilen Sahîh-i Müslim’de ilgili hadisin senedi Muhammed b. Sîrîn’de sona ermektedir. Dolayısıyla konuşmada Hz. Peygamberimiz’e (s.a.s.) ait olduğu, yani hadis-i şerîf olduğu söylenen söz aslında Tâbîîn’in büyüklerinden Muhammed b. Sîrîn’e aittir. Hz. Peygamberimiz’e (s.a.s.) ait değildir.

O halde burada büyük bir yanlış söz konusudur. Zira hakikatte Hz. Peygamberimiz’e (s.a.s.) ait olmayan bir sözün ona nispet edilmesi herkesin bildiği üzere büyük bir hatadır, öyle ki kasten yapılması durumunda cehennem tehdidi vardır. Mezhep imamımız Ebû Hanife’nin (r.a.) de ifade ettiği üzere Hz. Peygamberimiz’in (s.a.s.) sözü ve bağlayıcılık değeri başka, Sahâbe’ninki (r.a.) başka, Tâbiîn’inki (r.a.) başkadır.

Elbette bir sözün Hz. Peygamberimiz’e (s.a.s.) ait olmadığı halde ona kasten nispet edilmesi ile bilmeyerek ya da yanlışlıkla nispet edilmesi aynı seviyede kabul edilemez. Fakat bulunduğu konum itibarı ile merhum Arif Ahmet Denizolgun’un bu büyüklükte bir hata yapması ya da sözün gerçek sahibini bilmiyor olması da küçük görülecek bir şey değildir.

Öte yandan kasten yaptığına asla ihtimal vermememize rağmen kendisi sürekli başka toplulukları ve başka kurum ve kuruluşlarda ilim öğrenmeye çalışanları ya da diyanet gibi devlet kurumlarını küçümseyen ifadeler kullanırken merhum Arif Ahmet Denizolgun’un bu şekilde bir hataya imza atması da kabul edilemez bir durumdur.

Bu yazıyı yazmamıza sebep olan sâik ise geçtiğimiz günlerde konuştuğumuz bir arkadaşımızın merhum Arif Ahmet Denizolgun’un hata yapmayacağını, onun mükemmel bir ilme sahip olduğunu, bütün ilimleri en üst seviyede bildiğini vs. ihtivâ eden cümleler sarf etmesi, bizim de buna itiraz etmemiz, doğal ve kaçınılmaz olarak akabinde de sapık ve yoldan çıkmış olmakla suçlanmamızdır.

Öte yandan Muhammed b. Sîrîn’in bu sözüyle kastettiği ilimler, konuşmada bahsedildiği gibi şer’î ilimler değildir. O, bu sözüyle hadisleri aldığınız kişilerin, yani size aktaran râvîlerin durumlarına ve güvenilir olup olmadıklarına dikkat ediniz demektedir. Zira onun vefat ettiği tarih olan h. 110 senesinde henüz bahsi geçen ilimler birer ilim dalı olarak teşekkül etmemişlerdi. Mesela fıkıh ilminin vâzı’ı olarak kabul edilen İmam Ebû Hanîfe (r.a.) h. 150 senesinde vefat etmiştir. O halde İbn Sîrîn’in bu sözüyle henüz kendi döneminde teşekkül etmemiş ilimleri kastetmiş olması imkansızdır. Dolayısıyla sözün isnadında yanlışlık bulunduğu gibi sözün yorumunda da yanlışlık bulunmaktadır.

Benzer şekilde konuşma metninde de görüldüğü üzere takvim yapraklarında bulunan hadisler içerisinde ne yazık ki hadis alanında ihtisâs sahibi insan yetiştiril(e)memesinden kaynaklı çok sayıda sahih olmayan/şiddetli zayıf hadisler bulunmaktadır.

Münferit bir hatayı neden bu kadar büyüttüğümüz sorulabilir. Fakat ne yazık ki hata münferit değildir ve diğer konuşma metinlerinde de benzer büyüklükte hatalar çokça bulunmaktadır.

Derdimiz kesinlikle bütün bunların ortaya dökülmesi vs. değildir. Derdimiz kimseye hatasızlık, yanılmazlık, masumluk, her şeyi ve her ilmi bilirlik gibi niteliklerin isnad edilmemesi ve bununla ehl-i sünnet çizgisinden uzaklaşılmamasıdır.

Bağlı kalınması gereken şey şahıslar değil, ilkeler ve prensipler yani “usûl”dür…

Ve’s-selâm…

Tunahan Erdoğan

BÜYÜĞÜMÜZ BÖYLE DEDİ!

Şahsiyet-i fani üzerine, hakikat-i baki inşa edilmeyeceğini kavramak için illa acı tecrübeler mi gerekiyordu?

Şahsiyetler üzerinden hakikati ortaya koymaya çalışmak ve şahısların peşinden giderek, isabetli bir gidişat içerisinde olmak mümkün değildir. Burada sıkıntı, şahsiyetler üzerinden hareket eden kişinin yaptığı her şeyin doğru olduğu zehabına kapılmasıdır. Hak şahıslara göre şekil değiştiren bir durum değildir. Tersine insanlar Hak’ka göre şekil almalıdır.

Hakkın ve hakikatin merkezine kendini koyma ve tüm dünyayı kendi etrafında dönüyor sanma bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalananlar, bir gün doğru deyip şiddetle savunduğu davranışın tam tersi davranışı başka bir zaman yine aynı taassup ile savunma zafiyetine düşer.

“Büyüğümüz şöyle buyurdu”, “Büyüğümüz böyle dedi” ile istikamet belirleyenler, hakikatin dili ile konuştuklarından emin olamazlar. Bunun içindir ki; hedefe ulaşmaya çalışırken, muhakkik alimlerin Kitap ve Sünnet ışığında ortaya koydukları kaidelere göre hareket etmek zorundayız ve en önemlisi de birbirimize karşı değil, küfre karşı mücadele etmeliyiz.

Bu mücadeleyi sağlayabilmenin öncelikli şartı ihtilaftan uzak durarak birlik içinde olmakla sağlanır. Değişen teknolojinin, özellikle olumsuz sosyal etkileri, mücadele anlayışını zorlaştırmış olsa da, değişen dünyada ehli küfrün tüm silahlarının ne olduğunu ve nasıl bir karşılık içinde davranmamız gerektiğinin bilincinde olmamızı gerektirir.

Usul ve metot itibariyle ne yapılması, nasıl davranılması gerektiği açık, net ve belirgin olmalıdır. Usul daima esastan önce gelir. Esasa maksat ve usule yol, yöntem, metot olarak izah edersek, yanlış usulle esasa ulaşılamayacağından yani yanlış yol, yöntem ve metotla, maksat hasıl olmayacağından sonuç en nihayetinde hüsranla neticelenecektir.

Mücadelemiz kişilerle değil, ehli küfrün dayanmış olduğu fikirler ile olmalı ve gayemiz, ferdin ıslahına yönelik bir çaba olmalıdır. Kimin yaptığına bakılmaksızın yanlışlıklar ortaya konulmalıdır. Burada maksat hakikati beyan olmalıdır.

Bütün bunlar belli bir usul ve metotlarla yapılması, bu usul ve metotların tüm dava ehlince bilinir olması önem arz etmektedir.

Keyfilikten uzak olmak, bireysellikten kaçınmak, mücadele gücüne güç katar. Birlikten kuvvet doğar.

Çaba bizden tevfik ve inayet ise alemlerin Rabbindendir.

Saygılarımla

Alp Arslan