HAKPERESTLİK ve AİDİYETLERİMİZ

İnsan olarak herhangi bir sosyal grupla irtibatımızın veya daha hususi manasıyla o sosyal gruba intisâbımızın temelinde söz konusu teşekkülün hak oluşu, hakkın hizmetkârı, dava edicisi ya da sözcüsü oluşu, haktan yana oluşu vardır. Ferdin şuuru, farkındalığı ve bağlılık hissinin derecesiyle merkezden muhîte doğru ifade etmeye çalıştığım bu sâikler elbette hayatîdir. Hususiyle manevi arka planı olan aidiyetlerimizde iş bu “Hakk” olma vasfı mevzunun en mühim noktasını teşkil eder. Zîra, bu husus ebediyyete müteallik netîceler tevlîd eder (meydana getirir).

Hak din, Hak Mezhep, Hak Yol terkiplerinde ifadesini bulan bu ‘hakikate tekâbül etme’ ya da en azından ondan bir cüz olma durumu min vechin ittifaklarımızın, min vechin ihtilaflarımızın sebeb-i vücûdudur. Yahut ferdin telakki tarzına göre cem edici de olabilir, tefrik edici de. Kadîm bir problemdir. Halli ise pek müşkil.

Avâmın âidiyetleri hakkındaki mutlaklaştırıcı bakış açısı esasında fıtrîdir ve dolayısıyla normaldir. Hatta belki de istifadesi için faydalı ve daha da ötesi zaruridir. Sosyal grubun en geniş alt katmanını teşkil eden bu kalabalık grubun tamamının şüpheci ya da sorgulayıcı bir tarzla hep tahkike yönelmesini beklemek, ısrarla taklidi terke yönlendirmeye çalışmak belki onun taşıyamayacağı sıkletleri sırtına yüklemeye çalışmak olarak değerlendirilebilir. Bunun da o grubun dağılmasına ve cemaatin tükenmesine müncer olacağı az çok psikoloji ve sosyolojiden anlayan insanların tahmin ve takdir edebileceği bir akibettir.

Bu nedenle bir sosyal yapının ilmiye zümresi ve teorisyenleri ile taklid ehli müntesipleri arasındaki ifade/ istifade münasebetinin bu sosyolojik gerçeğe göre inşa edilmesi gerekliliği asla göz ardı edilmemelidir. Yani bu diyalogda muhatap, bilgi eksikliği olan ve takıldığı her hangi bir meselede istifsarda bulunan (soru soran) mukallit biri bile olsa aslî gayenin hak üzere müstakîm olarak devam etmek olduğu asla unutulmamalı, bu istikameti sarsacak fazla ve lüzumsuz izah ve talimden hazer edilmelidir (sakınılmalıdır). Kısaca ilaç hastalığın şiddetiyle mütenasip olarak uygulanmalı ve fazla dozdan kaçınılmalıdır.

Meselenin bu kısmında esasen anlaşılmayacak, beyâna muhtaç bir yön bulunduğunu düşünmüyorum. İzaha çalıştığım bu duruşun, ilmî merkezler ve tâbî konumdaki avâm muhitler itibariyle, ayrıca bilgi kaynakları açısından bundan 15-20 yıl evveline kadar ferdî/ictimâî hayata uygunluğundan da asla şüphe duymuyorum. Fakat benim asıl maksadım ve bu yazıyı kaleme alış gayem şu ki; modern insan ya da moderniteden etkilenmiş müslüman fert, gerek her türlü bilgiye ulaşmadaki hızı sebebiyle, gerekse aldığı eğitimin her kademesinde hiç de hak etmediği halde şişirilen egosu sebebiyle hiçbir alanda avâm olduğunu kabul etmemektedir. Başka bir ifadeyle mâlûmâtfuruşluk ile ehl-i ilim olmanın farkını anlayamayan ve ihtisas seviyesiyle genel kültür düzeyi arasında fark görmeyen bu arızalı telakki modern dönemde eğitim ve kültür seviyesi katmanları arasındaki ton farkını flulaştırmıştır. Hakiki ilim ehli, herkesi her meseleyi idrakte istidâtlı görmek ile herkesi her meselede anlama kabiliyeti yetersiz olarak görmek arasında bocalamaya ve mevzuları izaha nereden başlayacağı hususunda karasızlık yaşamaya başlamıştır. Ama vaziyet bununla da kalmamış yani sadece mesâil-i ilmiye (ilmî meseleler) avâma inmemiş, fakültelerdeki meddahlığa endeksli hoca-asistan münâsebetleri avâm seviyedeki nice insanın hakiki bir liyâkat ve kifâyet elde etmeksizin üniversite kürsülerini işgal etmesiyle iş iyice çığırından çıkmıştır. Yüksek öğretim kurumlarında torpile, müdâheneye, yağcılığa dayalı seviyesiz ilişkilerle akademik kariyer elde etmiş böyle öğretim üyesi taslaklarının meseleleri edebiyatla süsleyen indirgemeci ve sloganik üslûbu avâm üzerinde dehşetli bir tesir icrâ etmiştir. Zira bu insanlar takipçilerini “öyle çok ihtisasa lüzum yok, siz de her meselede müstakil kanaat sahibi olabilir hatta içtihad edebilirsiniz” cümleleriyle okşayıp cesaretlendirerek ilmin mümtâziyetini ve saygınlığını zedelemişlerdir. Ancak ulemâ arasında medâr-ı müzâkere olabilecek çok dakîk ve nazik meselelerin televizyon ekranlarında tartışılır hale gelmesi, hakkı arama gayesi olmayan ve kendi kanaatine mutaassıbâne sarılmış, şahsî reklamının ve şöhretinin derdine düşmüş kişilerin sadece birbirini açığa düşürmek kastıyla münazarada bulunmaları, bu programları izleyen binlerce insanın akidevî, amelî ve ahlakî savrulmalar yaşamasına sebep olmuştur.

Artık bu insanlar, kulaktan dolma bilgilerini o derece sarsılmaz ilmî veri olarak telakkî etmekteler ki en hassas meselelerde “bence” ile başlayan kanaat cümleleri kurmakta hiçbir beis görmemekteler. Yani cehl-i basitler ahir zamanda cehl-i mürekkebe intikal etmiştir.

Cehalaleti mürekkep olanın hakikat anlayışı ise kendi mezhep ve meşrebini “hak” olmaktan “yegane hak” olmaya yükseltmiştir. Bunun dolaylı neticesi ise kişinin o mezhep ve meşrepten olmayan herkesi batıl ehli görmesi ve ötekileştirmesi olmuştur. Artık yukarıda bahsettiğimiz izafetler birer iftirak tohumuna dönüşerek müşterek büyük aidiyeti zaafa uğratmaktadır. İlimsizlik bozuk kafalarda iman/küfür sınırı bırakmamış, tekfir okları pervasızca fırlatılır olmuştur. Cehaletle iyice şişen taassup, mezhep ve cemaat farklılıklarını mümin/kafir ayrımı olarak telakki etmeye sürüklemiştir.

İşte tam da böyle bir vasatta müstakîm ve ihlaslı ilim ehli indirgemeci olmadan, hakkı batıla bulamadan insanlara hakikati anlatabilmenin başka usullerini de keşfetmeli, hatta îcâd etmeli, “Hak buradadır” demekle “bura da Hak’dır” demek arasındaki farkı avâma da anlatabilmelilerdir.

Yani ilim ehli artık ”müntesiplerimiz, muhibbânımız böyle telakkî etse de olur, onların istifadesi bu şekildedir” demek lüksüne sahip değildir. Zira bu durum Mutlak Hakikat olan dinî müşterekliğimize zarar verir hale gelmektedir. Yanlış-eksik bilginin, yanlı-hatalı yorumun, meyânından koparılmış aktarımların teknolojinin yeni icatlarıyla süratle tedâvül ettiği, uhrevî mes’ûliyet hissi taşımayan hevâsına râm olmuş sahte hocaların kanal kanal dolaşıp zehir saçtığı modern zamanlarda avâmın hurâfe ve taassubunu âidiyetlerimizin hayat kaynağı haline getirmemeliyiz. İhtisas sahibi alimler kılı kırk yararcasına bir dikkat ve itinâ ile “Hakka nisbeti bulunmakla”, “ yegane Hak olmanın” farkını tüm tâbîlere anlatmalı, ilmin mehâbetini taşıyan kucaklayıcı ve kaynaştırıcı bir dilin doğuşuna vesile olmalılardır.

Muhtelif mezhep ve tarîkler içinden birini râcih diğerlerini mercûh kılacak sebeplerin bulunması zaten ait olduğumuz yeri tercihimizi mâkul kılan şeydir. Bir fazilet farkına inanmak, nispette akrebiyyet iddia etmek elbette tabiîdir ve bu kadarı herkesçe anlaşılabilirdir. İç bünyede kalmak şartıyla bu efdaliyet ve akrebiyetlerle iftihar edilip o nimet-i maneviyyeye şükran ifadelerinde bulunmak da eşyanın tabiatı gereğidir. Ama bu telakkîlerin âidiyetimiz dışındaki grupların hakka olan izafetlerini inkar retoriğine dönüşmemesi, tahkir, tezyif diline inkilap etmemesi ve nihayet nefret halini almaması gerekmektedir. Hatta muhataba saygının bir gereği olarak kendi aidiyetimize dair efdaliyet ve akrebiyet telakkimiz dışarıya karşı gerekmedikçe ve hususi bir maslahat olmadıkça zikredilmemeli, İslâmî ve ahlakî nezaket ve nezafete riayet edilmelidir.

Müktedâmızın (önderimizin) gayrına sebbetmek (hakaret etmek) ona olan nisbeti takviye ya da tahkim eden bir husus asla değildir. Devamlı sun’î rakip ve rekabet oluşturma ve onunla meşgul olarak aidiyet ispat etme tavrı esasında mutmain olmayan kalplerin yanlış noktada bir itmi’nan arayışından ibarettir. Öyle bir yanlış nokta ki şeytanı sevindirmekte, Müslümanları parça parça etmekte, kardeşlik bağlarımızı zedelemektedir.

Bir Müslüman için Kelâm-ı Kadîminde şüphesiz en mükemmel ef’âl , etvâr ve ahlak ölçüleri vaz eden Allah Teâla Enam Suresi 108. Ayette müminlere ;

وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِم مَّرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

“Onların Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah’a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi böyle süslü gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verir.”(Enam Suresi -108) buyurarak; müşriklerin Allah’tan mâadâ taptıklarına dahi (onların galeyân ile infiâline müncer olacak ve taassuplarını tetikleyecek surette) sebbetmeyi yasaklamaktadır.

Ümmet-i davet olan müşrikler için bize öğretilen bu diyalog ve müzakere üslûbu ümmet-i icabet olan biz müminler arasındaki aidiyet farklılıklarında evleviyetle riayet edilmesi gereken bir usul ve üsluptur. Şüphesiz Kuran’ın bize emrettiği bu usul müminlerin uhuvvet hissini takviye eden birçok nükteler barındırmaktadır.

Nitekim; Allah’ü Teâla razı olduğu kullarının vasıflarını beyan buyurduğu muhtelif ayetlerinde onları “(Müminlere karşı tezellül, alçak gönüllük sahibidirler), (Birbirlerine karşı merhametlidirler) vasıflarıyla tebcil etmektedir. Dikkat edilirse bu ayetlerdeki müminler sadece ‘iman’ müşterek vasfıyla bu tevazu ve merhamete terğîb ve teşvik olunmaktadırlar.

Kuran hiçbir kayıt koymaksızın ve üstelik tarik-i kasır ile “Müminler ancak kardeştir” buyururken, kimsenin müminler tavsifini başka vasıflarla takyid etmeye hakkı bulunmamaktadır. Sûfiyyenin büyüklerinin dahî şiddetle karşı çıktığı Zahir-Batın, Kabuk-Öz gibi ayrımlara giderek uhuvvet hislerimizi zayıflatmak asla tasvip edilemez. Müşterek izafetimiz olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat aidiyetimiz her türlü nispetin üzerinde tutulmalı Kur’an-ı Hakim’in ve Sünnet-i Sahiha’nın bu noktada tesis ettiği kardeşlik bizi her türlü iftirak ve infiraddan muhafaza etmelidir.

Artık her dini grup ve cemaat memur olduğumuz bu uhuvvet ufkuna hizmet etmeli, İslam kardeşliğine vurgu yapmalı, muhabbet beslemedeki usûlî yanlışlık ve ifratla bünyede muzir telakkilerin oluşmasına sebebiyet veren kaba softaların ağızlarına mühür vurmalıdır. Aksi durum ümmeti kolayca yenilip hazmedilebilecek küçük gruplara ayırmaya ve bizi mutlak küfre karşı zayıf ve zelil kılmaya devam edecektir.

Bu yazdıklarımın, cemaat, tarikat ve hatta mezhep karşıtlarının dile getirdiği argümanlarla hiçbir ilgi ve alakası bulunmamaktadır. Bilakis mezhepsizliğin veya tasavvuf aleyhtarlığının hangi mülahaza ile olursa olsun mutlak idlâl edici (saptırıcı) cereyanlar olduğundan hiçbir kuşkum da yoktur. Fakat Hakikate uzak-yakın izafeti olan mezhep ve cemaatlerin ümmet mefhumunu umursamaz bir şekilde sadece kendi nisbî hakikatlerine ve gündemlerine odaklanmaları ve ümmet kardeşliğinin cemaat kardeşliği yanında neredeyse fark edilemeyecek derecede silikleşmesi hatta unutulması iş bu tasavvuf aleyhtarlarının ekmeğine yağ sürmektedir.

Eğer va’z-u irşadın merkezine rüyalar, vâkıalar, keramet nakilleri, emniyet telkîn eden cennet tebşirleri yerine âyât-ı münzele ve ehâdis-i nebeviyyeyi getiremezsek dini yaşayışımıza edile-i asliyye değil rivayet ve hikayeler hâkim olacaktır. Şeriatın hak etrafında ictima ve tevhidden ibaret özü, hakikati sahiplenmede inhisâra ve hased pratiğine, gerçek tasavvufun tevazu ve mahviyet (alçakgönüllülük) bahşeden ruhu gizli kibir ve istiğnâ retoriğine kalb olacaktır.

Yakînî olmayan makbulâtımızın neşesini sadece kendi hâs dairemizde ve gönül dünyamızda yaşayabilme erdemini elde etmemiz, hüsn-ü zanna müstenid itikat ve kanaatlerimizin başkaları için kat’iyyet arzetmediği gerçeğini idrak etmemiz, benzer kabullenişlerin dış bünyeden muhataplarımız için de söz konusu olduğunu unutmamız gerekmektedir.

Hasılı ‘Hak’ en büyük davamız, ‘uhuvvet’ yegâne devâmız olmalıdır.

Burhanettin Çağırıcı

Untitled

Müslüman..!

Bulunduğu kabın şeklini almaz, bulunduğu kaba şekil verir…

Kitabına uydurmaz, kitabına uyar…

Ortamın rengini almaz, ortama rengini verir…

“Ne derler” diye bir derdi olmaz , “İslâm ne der” diye bir derdi olur…

Adnan Bayraktar

CEMAAT RUHUNU ÖLDÜRMEYİN EFENDİLER..!

Cemaatler gönüllü teşekküllerdir.

Bu mahiyetleri itibariyle benimsedikleri yöntem ve usullerin de “gönüllülük” esasına dayanması icap eder.

Zira cemaat adını verdiğimiz yapılar, herhangi bir mecburiyet olmadan sırf Allah rızası için bir araya gelen insanlardan müteşekkil topluluklardır.

O sebeple cemaatlerde kemiyetten ziyade bu keyfiyetin muhafazası çok daha mühim bir meseledir.

Elinizin altındaki insanlara “Şu kadar kurban, şu kadar takvim, bu kadar umre yazdım” diyerek şirketlerinizin kârını katlayabilirsiniz.

Hatta bununla iftihar da edebilirsiniz.

Fakat cemaat ruhunu öldürdüğünüzde yaptığınız işin bir değeri kalmış olmaz.

Samimiyetle İslam’a hizmet gayretinde olan cemaatlere diyoruz ki…

– Lütfen ticaretten uzak durun.

Ticarete bulaştığınız vakit, tüccar zihniyetiyle hareket etmeniz icap eder. Yoksa batarsınız..

Hâlbuki cemaatten maksat, para kazanmak, şirketler kurmak ve cemaat mensuplarını bu şirketlerin “tabii müşterileri” haline getirmek değil ki…

Bakınız çok mühim bir şeyden bahsediyorum.

Size Allah rızası için gelmiş insanları ticari gayelere alet etmek ağır vebaldir.

Ne olur bunu yapmayın, holding mantığıyla hareket ederek cemaat ruhunu öldürmeyin!.

– Tasavvuftaki itaat kültürünü dünyevî gayeler için kullanmayın.

Cemaatten maksat Allah rızasıdır, vasıtaları asla bu maksadın önüne geçirmeyin!.

– Rasülullah’ın “Ümmetin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir” buyruğunu göz ardı ederek, kendinizi ümmetten tecrit etmeyin.

Unutmayın cemaat ümmetten bir cüz’dür, ümmet varsa cemaat vardır.

Karakollara düşmek pahasına Cezayir zulmünü kürsüden kınayıp ‘Kardeşlerimiz için dua edelim’ diyen Allah dostlarının yolundan gidenler ümmet şuuru noktasında herkesten çok daha hassas olmalıdırlar!.

– Başınızdaki zâtları sevin, sayın.

Fakat asla şahısperestlik yapmayın.

“Hata edersen seni kılıcımızla düzeltiriz ey emirel mü’minin!” düstûrunu hatırınızdan çıkarmayın!.

– Siyasetten uzak durun.

İlla siyasete meraklıysanız parti kurup boyunuzun ölçüsünü alın.

Ama bunu göze alamıyorsanız hiç o tahtaya basmayın!.

Evet, dini yapıları içeriden çürüten bu illetleri siz daha da artırabilirsiniz.

Eğer bu dostane uyarılara kulak vermez de bildiğinizi okumaya devam ederseniz, yarın ahirette Allah dostlarının iki elinin yakanızda olacağını unutmayın.

Faruk Türk

MÜSLÜMANIN KENDİNİ BULMASI

İslam; İnananların hayatını duruşu, yürüyüşü, düşünüşü, bakışı gibi her alanda düzene koymakta ve bunlarda insanlık için ideal olanı, en güzel olanı insana öğretip, tavsiye etmektedir.

Davranışlardaki, hareketlerdeki ve konuşmadaki dış sükunet ve kalp-iç-ruh sakinliği olan sekine Allahü Teâlânın bize Rasülümüz sav. ile uygulamalı olarak öğrettiği ve tavsiye ettiği çok önemli bir ahlak, yaşayış tarzıdır.

Her yanımızı gürültü, telaş, bağırış, sesler işgal etmiş durumda.. Bu hengâmede nasıl sakin olabiliriz ki? Gelin beraber düşünelim;

Yola çıkıyoruz.. Bindiğimiz arabada müzik, arada anons hatta bir de yolcuların konuşmaları ve kulaklıklarından dışarı doğru bağıran gürültüler..Her yer sesli..

İşe gidiyoruz.. Yine ortamda makine gürültüleri, insan sesleri, anonslar, konuşmalar.. İşimizi halletmek için gittiğimiz dairelerde de durum aynı.. Her yer sesli..

Bunların üstüne nişanlar, kınalar, düğünler, sünnetler (genelden bahsediyorum) insanın kulaklarını patlatır derecede yüksek sesli müzik, konuşma içinde yapılıyor… Her yer sesli..

Gözümüz aydın ki bu listeye artık bebekler için türlü sebepler ile yapılan toplantılar da eklendi… Bunlar Kur’an okunan toplantılar bile olsa insanların sesi Kur’andan çok çıkıyor maalesef… Her yer sesli…

Eve dönelim sessizlik mi var? İmkansız..

Evlerimizin baş köşesinde muhteşem bir duyarlık tv ler, ellerimizin baş köşesinde son model bin bir mahareti olan telefon ve tabletler ile yaşıyoruz.. Hepsinden umut kessek sessiz duramayıp mutlaka bir müzik (ilahi vs. de olabilir) açıyoruz.. Sessiz duramıyoruz..

Gün ortasında, işin ve hayatın tam içinde bir an durup etrafı seyretme imkanı buldunuz mu? Tavsiye ederim.. Herkes telaşlı, herkes gergin, hep bir yerlere yetişme, bir şeyleri halletme acelesi var..

Sakin ve sükunet sahibi insanlar artık o kadar nadir ki içimizde, onlara da “acaba bir problemi mi var?” diye yaklaşır olduk.. Oysa asıl problem aksi halde olan bizlerde..

Sakinlik ve sükuneti yadırgıyor anormal görüyoruz.. Bu durumu “biri kız doğurdu” gibi saçma özlü sözler! ile izaha bile çalışıyoruz.. Yadırgıyoruz..

Halbuki Resûlullah sav. bulunduğu meclislerde çoğu zaman sükût hâlinde bulunur, gereksiz hiçbir söz sarfetmezdi. Ebû Mâlik el-Eşcaî babasından şöyle rivâyet etmiştir;

“Bizler delikanlı iken sık sık Resûlullah’ın huzurunda otururduk. Allah Resûlü’nden daha uzun süre sükût hâlinde duran birini görmedim. Sahâbeleri konuşup lâfa daldıklarında kendisi tebessüm ederdi.” (Heysemî, X, 298)

Çocuklarımız sakinliğe sükunete yabancı.. Ellerine ya telefon, tablet tutuşturup ona adapte ediyoruz ya da evdeysek tv açıp karşısında uyuşturuyoruz körpe beyinlerini.. Hiçbirini bulamadık mı ellerine gereksiz yiyecek içecek, cips, şeker vs. verip faydasını zararını düşünmeden hızlıca çenelerini kapatıyoruz..

Oysa çocuk etrafını izleyip yorumlayarak ne çok şey öğreniyor bir bilsek.. Sessizce izlemek, sükunetle anlamaya çalışmak bugün kaybettiğimiz ne büyük maharetler ..

Çocukken etrafını analiz eden insan, bir yandan kendini de inceler, yönlendirir.. İnsan ancak sessizlik ve sükunet ile kendine döner, kendini tanır, eksiklerini tespit edip düzeltmeye çaba gösterir..

Ne güzel, ne ibretli (sıhhati tartışmalı, bazıları tarafından hadis olarak ifade edilen) bir sözdür; “Kendini bilen nefsini bilir, nefsini bilen Rabbini bilir”..

Kendimi bu hayatın hengamesi, koşturmacası ve telaşı içinde ne kadar biliyor ve tanıyorum? Kendimi tanımamanın en büyük zararı nedir?

Bu sorular aslında bugün ki insan terbiyesinin temel taşı niteliğinde.. Değil mi ki bu dünyaya imtihan için geldik? İmtihanın en büyüğü nefsimizi terbiye etmek? Bunun yolu; Nefsimizi ne azdırır? Ne törpüler? Ne cezbeder? Ne terbiye eder?i bulmaktan geçse gerek..
Bunları anlamak ise;
1- Sessizlik içinde tefekkür, tezekkür ile meşgul olarak, dışımızda sakinlik ve vakar düzenini sağladıktan sonra…
2- Herkes ve herşey ile ilgilenmeyi terkedip nefsimizi terbiye, Allahü Teâlâya tevekkül ile iç sükunetimize kavuşmak..

Efendimizin Hira’da yaşadığı inzivası, Eski alim ve evliyaların çilehaneleri, erbaiinleri hep bu amaçlı değil midir? Kendine dönmek, kendini tanımak, nefsiyle uğraşmak.. Sonuç olarak da; Bu sükunet (beden huzuru) ve sekine (kalp huzuru) ile Rabbine kavuşmak..

Kelamların en güzelinde sekine geçen bazı ayetler şöyle;

و عباد الرحمن الذين يمشون علي الارض هونا…
“Rahmanın kulları yeryüzünde hevn ile yürürler…”(Furkan 63)
Hevn; Tefsirlerde sekine, vakar, rıfk, yumuşaklık, tevazu ve bunların hepsini içine alan hilm ile açıklanmaktadır..

هو الذي انزل السكينة في قلوب المؤمنين ليزدادوا ايمانا مع ايمانهم…
“O Allah ki; Mü’minlerin kalplerine imanları kat kat artsın diye sekineyi indirendir..”(Fetih 4)

ثم انزل الله سكينته علي رسوله و علي المؤمنين..
“Sonra Hz Allah Rasülü sav. ve mü’minler üzerine sekineyi indirdi”(Tevbe 26)

Sultanımız Efendimiz sav. ise namaza giderken ibadet için bile acele ve telaşı hoş görmemiştir;

“Kâmet getirildiği zaman namaza koşarak değil, ağırbaşlı bir şekilde yürüyerek geliniz. Yetişebildiğiniz kadarını imamla birlikte kılınız; yetişemediğiniz rekâtları da kendiniz tamamlayınız.” (Buhârî, Ezan, 20-21)

İbn-i Abbas’dan (r.a.) Arefe günü Arafat’tan Müzdelife’ye dönerken Resûl-i Ekremin arka tarafta bazı kimselerin bağırıp çağırdığını, develerine vurduğunu duyunca, kamçısıyla işâret ederek onları sükûnete davet ettiği ve;“Ey insanlar! Sükûnetle hareket edin! Acelece etmekle sevap kazanılamaz…” buyurduğu rivayet edilmiştir. (Buhârî, Hac, 94)

Rasûlullah ile beraber yürüyen hz Enes (ra) ise şöyle anlatıyor; “Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevî Resûl-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Hırka, Efendimiz’in boynunda iz bıraktı. Daha sonra bedevî:

– Ey Muhammed! Senin yanında bulunan Allah’ın mallarından bana da verilmesini emret, dedi. Allah Resûlü bedevîye dönüp tebessüm etti. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emretti. (Buhârî, Humus, 19)

Biz olsak ne yapardık o bedeviye? İslam bizim ahlakımızı ne kadar şekillendirdi? Allah Teâlâ ve Rasülüllah http://sav.in öğrettiği sükunet ve sekineye ne kadar sahibiz? Değilsek bunun için ne kadar uğraşıyoruz?

Hepimizin cevabı nefsimizde..

والسلام علي من اتبع الهدي

Seffâne

İSTANBUL’DAKİ ZELZELE VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

فَاِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِص۪ينَ لَهُ الدّ۪ينَۚ فَلَمَّا نَجّٰيهُمْ اِلَى الْبَرِّ اِذَا هُمْ يُشْرِكُونَۙ

“Onlar bir gemiye bindikleri zaman (fırtına korkusuyla), kendisine içten bir inanç ve bağlılıkla Allah’a yakarırlar; fakat onları sağ salim karaya çıkardığında bakarsın ki yine Allah’a ortak koşuyorlar”.(Ankebut, 65)

Her şeyden evvel Payıtaht’ımız İstanbul’daki kardeşlerimize geçmiş olsun. Rabbım görünür görünmez arazi ve semavi afat tan muhafaza buyursun!

Biraz evvel telefondan zelzelenin görüntülerine baktım. Aman Allah’ım insanların o andaki korku ve dehseti neydi. Niçin ve neden korkmuşlardı.
Tatlı canlarımıza bir zarar gelmesin. O anda hiç kimse mal ve mülk düşünme derdinde değildi.
Ne demisler ilk can sonra canan!

Kıymetli olan bu canı asıl kabirde, mahşerde ve sıratı geçerken azabı elimden korumak için ne yapmalıyım diye düşünenlerimiz cemiyetimizin yüzde kaçıdır?

Ölüm nerede ne zaman gelecek belli değil. Sonunda hepimizin gideceği yer kara toprak.

قُلْ إِنَّ الْمَوْتَ الَّذِي تَفِرُّونَ مِنْهُ فَإِنَّهُ مُلَاقِيكُمْ ثُمَّ تُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
De ki: “Sizin kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm var ya, o mutlaka size ulaşacaktır. Sonra gaybı da, görünen âlemi de bilen Allah’a döndürüleceksiniz de, O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (Cuma 8)

O halde Rabbımız bize iyi haberler vermesi yine bizim elimizde, irademizi rızaı ilahi istikametinde kullanmak mecburiyetindeyiz. Eğer dünyada unutursak ibadet ve taatı ahiretde unutulanlardan oluruz.

وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى – قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَـن۪ٓي اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪يراً –
قَالَ كَذٰلِكَ اَتَتْكَ اٰيَاتُنَا فَـنَس۪يتَهَاۚ وَكَذٰلِكَ الْيَوْمَ تُنْسٰى-

-Her kim de zikrimden yüz çevirirse ona dar bir maışet vardır ve onu Kıyamet günü kör olarak haşrederiz.
-O der ki:
“Ey rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Halbuki daha önce gören biriydim.”
-Allah buyurur: “İşte böyle! Sana âyetlerimiz geldiğinde onları unutmuştun, bu gün de aynı şekilde sen unutuluyorsun (Taha 124-125-126)

O halde!

فَاذْكُرُون۪ٓي اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا ل۪ي وَلَا تَكْفُرُونِ۟

“Artık siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, bana nankörlük etmeyin”!(Bakara, 152)

Kim dünyada Allahu teâlâyı anarsa( ibadet ve taat üzere, sağlam bir akide ile yaşarsa) Rabbımız kabirde, mahserde ve sıratda onun yardımcısı olir.Kuluna rahmetiyle muamele. eder. Deprem ve onun getireceği sıkıntı ve problemlerden tedbir yöntemleriyle tabiki korunacağız fakat ebedi hayat için aynı hassasıyeti göstermezsek asıl dert ve problemi orada yaşarız.

Hadis-i Şerif.
“Kendini hiç ölmeyecek zanneden kişinin çalışması gibi (dünya için) çalış, yarın öleceğini zanneden kişinin korkması gibi (günahlardan) kork. (Abdurrauf El-Münavi, Feyzül-Kadir, c, 2, s, 12. Mektebetül Ticariyyetül Kübra. Mısır. 1356, Kenzül Ummal, c, 3, s, 40, hn: 5379. Beyhaki, Askeri ve Ebu Nuaym’dan naklen.)

“Sizin hayırlınız dünyası için ahiretini, ahireti için dünyasını terk etmeyendir” hadisi benzer bir hadistir. (Kenzül Ummal, c, 3, s, 238, 6336).

Dünyada tedbir alırken ahiret ihmale gelmez..

Rabbım cümlemize iman selameti versin.
Cuma geceniz ve Cumanız hayırlı bereketli olsun..

Selam ve dua ile
Bregenz/Avusturya

Adnan Bayraktar

İSLAMİ İLİMLERİN KRİZİ NEDEN AŞILAMIYOR

Samimi ama sadece bir fırkanın ürettiği bilgilerle düşünebilen bir arkadaşla tartışmaya giriştik. Bir süre sonra yaptığımızın ilmi bir müzakere ve doğruya ulaşma çabası değil, faydasız bir cedel olduğunu fark edince konuyu değiştirdim. Çünkü böyle bir tartışma tarafların hatalarını perçinlemekten başka bir işe yaramaz.
Belki de bunun için Resulüllah (sa), ‘haklı olduğunu bildiği halde mirâyı terk eden cenneti kazanır’ buyurur. Ne yazık ki, yapım gereği bu tür tartışmaları seviyorum ama her zaman zararla sonlandırıyorum. İmam Şafii gibi olamadıktan sonra böyle tartışmaları yapmanın bir fayda getirmediğini hep ba’de harabi’l-Basra anlıyorum. İmam Şafii’ye şöyle bir söz nispet edilir: ‘Ne zaman birisiyle tartışmaya girsem hep onun haklı çıkmasını arzulamışımdır. Çünkü eğer o haklı çıkarsa benim iki kazancım olacak: Birincisi, ben yeni bir şey öğrenmiş olacağım. İkincisi, benim kazanmamın bana vereceği gururdan kurtulmuş olacağım’.
Bu tartışmayı bırakıp kendime gelince düşündüm; biz neden bu kadar savrulduk, açık deliller, naslar varken ve İslam kolayken, bu açık delilleri bırakıp kendi ürettiğimiz zanlar üzerine hayali İslam anlayışları kuruyoruz? İbaresiyle delalet eden bir nassı delil olarak almıyoruz da, sahih bile olmayan bir hadisin işaretinin işaretini delil sayıyoruz. İşin merkezini, esasını, olmazsa olmazını bırakarak zandan üretilen inançlar üzerine öznel ve de ideolojik bir İslam oluşturuyoruz? Fırkaların İslam anlayışının en baş problemi budur. Bu sorunun cevabı olarak aklıma şunlar geldi:

Şu anda İslam’ın sahibi ve hamisi yok. Yanlış anlayışlara ikna edici ve Müslümanlarca kabul görecek düzeyde cevaplar üretecek bağımsız ve bağlantısız ulemamız yeterli değil. Oluşmasının önünde de engeller var. Bu sebeple cumhur olmanın, sevad-ı azamın, manevi icmaın otoritesini hissedemiyoruz. Herkes kendi başına buyruk. Kuranıkerim ifadesiyle ‘kendi içimizdeki çekişmelerimiz sebebiyle parçalandık, rüzgârımız/devletimiz yok oldu’.

Böyle olunca her fırka İslam’ın ortak usulüne dayalı olmaksızın, kendi bilgisini kendi zanlarıyla, usulsüzlükleriyle üretir hale geldi. Bu da ideolojik ve bâtıni İslam anlayışlarının doğmasına sebep oldu.

Dünya gerçeklerinden uzak, merdivenaltı kurslarla ve her fırkanın, hatta her hocanın kendi yöntemiyle, ya da yöntemsizliğiyle öğretilen İslam bu kadar olur. İslam’ı öğrettiğimizi sanıyoruz.

Dünya ilimleriyle din ilimlerini beraber götüremedik. Onun için dinden anladıklarımız da yaşadığımız dünya gerçeğiyle uyuşmuyor, ayakları bu zemine basamıyor. Oysa Allah bizden dünyayı da anlamamızı istiyor. Felsefi düşünceler bile bir varlık anlayışından kaynaklanır. Oysa dünya bilgisinden kopmuş bir İslam anlayışı bu dünyanın dini olamaz, Müslümanları birleştiremez ve ayağa kaldıramaz.

İslam’ın yeniden diriliş döneminden bugüne Türkiye’de kurulan İmam Hatip Okulları ve diğer İslam ülkelerinde onların kısmen benzeri olan okullar bu uzlaştırmanın bir girişimi oldu ama daha üst kurumlar aşılamadığı için tam istenilen sonucu henüz veremedi. Bu okulların yetiştirdiği insanlar iktidar oldu, ama mesele derin devlet duvarına gelip çattı. Türkiye’deki ‘İslamcı’ birikim başlangıçta demokratik yollarla bu duvarı aşmayı kısmen başarır gibi görüldü. Devlet olamadıysa da devleti yönetir oldu, kurumlaşma yolunda epey mesafe alındı. Ancak bir yönden kemikleşmiş seküler derin devlet refleksi, bir yönden de İslamcıların iktidarda kalmayı bu yürüyüşün sürmesine tercih etme kararı bir kırılmaya sebep oldu. Demokrasinin ya da iktidarın nimetleri İslamcılığa tercih edildi. Kısaca İslamcılık bu defa da demokrasiye tosladı.

İlim geleneğimiz koptu. Bugün rol model diyorlar, üsve-i hasene âlimlerimiz yeterli değil. Oysa âlimin, alem olarak yol gösterici duruşu vardır. Fıkıhta Dürer’le ya da Mir’at’la, tefsirde Kâdi Beydâvi ile bir ömür tüketmeyi ilim yapma sayıyoruz. Biraz da gönül eğlencesi arayanlar Mesnevi ya da Gülistan’a bir ömür veriyorlar. Bunlardan sıkıp sıkıp ‘irfan’ çıkarmaya çalışıyorlar. Oysa ilimsiz irfan olmaz.

Dinin hamisi bulunmayınca dini ilimlerin teşvik edici, motivasyon sağlayıcı güçleri kalmadı. Dünya anlayışımız ve ona bağlı eğitim sistemi en zeki gençleri, en çok dünyalık sağlayan okullara doğru çekiyor. Hiçbir okula giremeyenler ‘din hocası’ ya da ‘hafız’ olmak zorunda kalıyorlar.

Bir taraftan da bütün bunların ve benzeri problemlerin aşılma çabaları var. Bu yola girilmiştir. Aşılacağını ümit ediyoruz. Allah tekrar nurunu tamamlayacaktır. İstemeseler de.

https://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/islami-ilimlerin-krizi-neden-asilamiyor-2052875?fbclid=IwAR1qA3MxtJ_7qt7guz-vle2DauLiPsnuRL1pxgnsyDS02ZZqSM2lwDagykg

Faruk Beşer

DÖRT HAK MEZHEB VE ALLAH’IN İPİNDEN MAKSAT NEDİR?

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعاً وَلَا تَفَرَّقُواۖ

Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın, parçalanıp ayrılmayın” (Al-i İmran 103)

Abdülgani Nablüsi hazretleri buyuruyor ki:
Bu âyet-i kerime, itikadda parçalanmamayı bildiriyor. (İtikadda, inanılacak bilgilerde parçalanmayın, nefsinize ve bozuk düşüncenize uyarak, doğru imandan ayrılmayın) demektir. İtikadda ayrılmak, parçalanmak elbette caiz değildir. Hadis-i şerifte, (Cemaatle birlikte olun! Allah’ın rızası, rahmeti, yardımı cemaatte, birliktedir. Cemaatten ayrılan Cehenneme düşer) buyuruldu. Eshab-ı kiram, günlük işleri açıklayan bilgilerde, birbirlerinden ayrılmışlardı; fakat itikad bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktu. (Ümmetimin ayrılığı rahmettir) mealindeki hadis-i şerif, farklı ictihadın ve farklı fıkhi mezheplerin caiz olduğunu göstermektedir. (Hadika)

Seyyid Ahmed Tahtavi hazretleri de buyuruyor ki:
Kur’an-ı kerimde bildirilen Allah’ın ipi’nden maksat, cemaattir. Cemaat da, fıkıh ve ilim sahipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan sapıtır. Sivad-ı a’zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da, Resulullahın ve Hulefa-i raşidin’in yoludur. Bu yoldan ayrılanlar, Cehenneme gider. Fırka-i naciyye, bugün dört mezhepte toplanmıştır. Bu dört mezhep, Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli’dir. Bu zamanda, bu dört hak mezhepten birine uymayan, bid’at sahibi olup Cehenneme gider. (Dürr-ül muhtar haşiyesi)

Peygamber efendimizin yolu, Kur’an-ı kerim ile hadis-i şerifler ile ve müctehidlerin ictihadları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesika ile bir de, İcma-ı ümmet vardır ki, Eshab-ı kiramın ve Tâbiinin sözbirliği olduğu, Redd-ül-Muhtar’da yazılıdır.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Bir mezhebe tâbi olmayan mülhid olur buyuruyor. (Mebde ve Mead)

Yusuf Nebhani hazretleri, Şimdi her müslümanın, dört mezhepten birine uyması gerekir buyurduğu gibi, imam-ı Şarani, S.Ahmed Tahtavi hazretleri gibi birçok âlim de, aynı şeyi bildirmişlerdir.
Kur’an-ı kerimdeki; (Allah’ın ipine sarılın!) emri, (Fıkıh âlimlerinin, mezhep imamlarının bildirdiğine uyun!) demektir. [Tahtavi (Dürr-ül-muhtar) haşiyesi, zebayih kısmı]

İslam âlimleri yanlış bir şey üzerinde ittifakta bulunmazlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez.” (İ.Ahmed)

Yolundan gitmek mecburiyetinde olduğumuz dört vesikaya Edille-i şeriyye denir. Bunların dışında kalan her şey bid’attir.

Ehl-i sünnet âlimleri de, fırkayı naciyenin; Ehl-i sünnet ve cemaat fırkası olduğunda icma meydana geldiğini bildirmişlerdir. Amelde ise, dört mezhebin hak olduğunda yine icma hâsıl olmuştur. İcma’ı inkâr edenlerin de kâfir olacağını bildirmişlerdir. (Redd-ül muhtar)

Selam ve dua ile
Bologna/ /İtalya

Adnan Bayraktar

Untitled

“Aşkın teli kalbin telidir, cevre dayanmaz,

Cânâ hazer et, sonra kopar pek gerilince.

Çok tel kırılır sine-i kanun-ı cihânda,

Na-ehline mızrab-ı tasarruf verilince.”

Ziya Paşa

Şunu demek ister mealen:

“Aşk sazının teli tıpkı kalbin teline benzer, incitmeye, eziyete dayanamaz. Ey sevgili dikkat et! Bu tel fazla gerilirse kopar.

Lâyık olmayanlara yetki ve tasarruf mızrabı verilirse, bu dünya kanununda çok tel kırılır, işler kötüye gider.”

DÜNYA VE AHIRET SAADETİ VE ISLAM FIKHINI BİLMENİN ZARURETİ.

Ehl-i sünnet itikadını ve farzları, haramları öğrenmek farzdır. Bunlar, fıkhı bilen alimlerden bizzat veya ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh, âyet ve hadislerden çıkarılmıştır. (Hadika)

Hadis-şerif,
Fıkıh bilmeden ibadet eden, karanlık gecede eksik bina yapıp, düzeltmek için gündüz yıkana benzer.” (Deylemî)

لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةًۜ فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَٓائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ۟

(Bununla beraber) mü’minlerin hepsinin (topyekûn) savaşa çıkmaları lâyık değildir. O halde (onların her sınıfından yalınız birer zümre savaşa gitmeli), kimi de — dîn ve şerîat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavmleri (savaşdan) dönüp kendilerine geldikleri zaman onları Allah azâbıyle korkutmaları için — (gitmeyip kalmalıdırlar). Olur ki (bu suretle mü’minler aykırı hareketlerden) kaçınırlar.
(Tevbe, 122)

Bu ayetın tefsirinde çeşitli rivayetler olmakla beraber: dini öğrenmek üzere bütün müslümanların bizzat Hz. Peygamber’imiz aleyhisselamin yanına gelmeleri gerekmez; her topluluktan bir grubun gelip dinlerini öğrenmeleri ve sonra dönüp kendi topluluklarına onu anlatmaları yeterlidir (bk. Taberî, XI, 66-71; İbn Atıyye, III, 96-97; Râzî, XVI, 225-228; Ateş, IV, 154-157).

Dinin sağlıklı bir biçimde tebliği için maddî güç ve düşmana karşı ordu hazırlamak yeterli değildir. İslâmiyet’in hedeflediği medeniyete ilimsiz, irfansız ulaşılamaz. Bu itibarla müslümanların kendilerini aydınlatacak ve gerekli durumlarda uyaracak derin ilim sahibi kimseler yetiştirmek için üzerlerine düşeni yapmaları bir görevdir.
Aksi takdirde cahil bir zümre ortaya çıkar. Bugün bu cahil ve itikadı bozuk genclikten biz müslümanlar mesul.değiliz diyebiliyormuyuz.

Kur’an-ı Kerîm’de: “… O kavme ne oluyor ki (kendilerine söylenen) hiçbir sözü anlamaya (fıkhetmeye) yanaşmıyorlar?” (Nisâ, 78) ayetinde geçen “lâ yefkahûn” ince anlayış ve keskin idrak anlamına gelmektedir. Fıkıh alimlerinin sözlerini almak ve öğrenmek farzdır.

FIKIH NEDİR?

Bilmek, anlamak, bir şeyin bütününe vakıf olmak. Istılahta, bir kimsenin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesi demektir. Başka bir tarife göre fıkıh; kişinin ibadetlere, cezalara ve muamelelere ait şer’î hükümleri mufassal delilleriyle bilmesidir. Ayrıca, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin anlayış diye de tarif edilmiştir (Muhammed Maruf Devâlibî, İlmi Usûl-i Fıkıh, Beyrut 1965, 12; İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtâr Ale’d-Dürri’l Muhtâr, İstanbul 1982, I, 34; İmam Burhaneddin, ez-Zernûci, Ta’limü’l Müteallim, İstanbul 1980, 27; M. Ebû Zehra, İslâm Hukuk Metodolojisi (Fıkıh Usulü), 13; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamûsu, İstanbul 1976, I, 13).

Allah Teâlâ (c.c.)’nın imtihan için beyan buyurduğu emir ve nehiylerin tamamına teklif denilir ve fıkhın konusu, insanın bu tekliflere muhatap olarak (mükellef) ortaya çıkan fiilidir. İnsanın lehindeki ve aleyhindeki bütün haklarını delillere dayanarak çıkarmak fukahanın görevidir.

Din hususunda Resulullah (s.a.s.)’dan başka kimseye ilmi bir delile dayanmadan dinde söz söyleme hakkı tanınmamıştır. İlmi bir delile dayanmadan kasıt edille-i şer’iyye, yani dört delildir. Bunlar, Kitap, Sünnet, icma ve kıyastır.

İmam-ı Mâlik hazretleri buyuruyor ki:
“Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar, Zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan Bidat sahibi yani sapık olur. Her ikisini edinen, hakikate varır.”

Fıkıh iliminin ‘F’ si bilmeyen gençleri tasavvuf erbabı diye şartlandırırsanız, onlar istidraca düşerken keramet ehli olduklarını zannederler. Baktılar kendilerinde bir şey yok, başlarındaki idarecileri uçururlar. Şeyh uçmaz müridi uçurur noktası tamda budur.

Bir kimseye bağlanan ve inananlar, onu olduğundan daha üstün görürler. Onda olağanüstü değerler bulunduğuna inanır ve buna başkalarını da inandırmak isterler. İşte maalesef dini cemaatlerin bir kısmı bu durumdadır.

Bedreddin-i Serhendi hazretleri buyuruyor ki:

İmam-ı Rabbani hazretlerinden Buhari, Mişkat, Hidaye, Şerh-i Mevakıf kitaplarını okudum. Gençleri ilim öğrenmeye teşvik eder, Önce ilim, sonra tasavvuf buyururdu. Benim ilimden kaçındığımı, tasavvuftan zevk aldığımı görünce, hâlime merhamet ederek, (Kitap oku, ilim öğren, cahil sofu, şeytanın maskarası olur, rütbetül-ilmi aler rüteb yani, rütbelerin en üstünü, ilim rütbesidir) buyurdu.

Hadis-i Seriflerde,
“Allah, iyilik etmek istediği kulunu fakih yapar.” (Buhârî)

“Her şeyin dayandığı direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh ilmidir.” (Beyheki)

Bir hadis-i şerifte de,
“Dini aklıyla ölçen kadar zararlı kimse yoktur” buyurulmaktadır. (Taberânî)

Fıkıh ilmi!
İnsanın dünya ve ahiret saadetine ulaşmasını amaçlar.

– İnsanın yaratıcısına, kendisine ve diğer insanlara karşı hak ve mesuliyetlerini öğretir.

– Adaletli, huzurlu ve istikrarlı bir cemiyet oluşmasını sağlar.

– İnsanlar arası ilişkileri yaratılışta eşitlik ve inançta kardeşlik esasına dayandırır.

– Bu ilim sayesinde insanlar, Allahu teâlâya karşı kulluk görevlerini ihlaslı bir şekilde yerine getirirler. İbadetlerini doğru ve eksiksiz yaparlar. Örneğin, namazın farzlarını, vaciplerini ve namazı bozan durumları fıkıh sayesinde öğrenirler.

Hülasa!
Fıkıh bilmeyen dünya ve ahiret hüsrandadır.

Selam ve dua ile
Carrara/ İtalya

Adnan Bayraktar

ANADOLU’NUN KAPILARINI AÇAN SULTAN ALPARSLAN’IN DUASI.

Alparslan Malazgirt ovasında cuma namazından sonra ellerini açarak şöyle dua etmişti.

Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor, azemetin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Rabbım! Niyetim halistir bana yardım et, sözlerimde hilaf varsa beni kahret!

Sultan Alparslan sonra askerlerine dönerek şöyle hitap eder:

Burada Allahü teâladan başka sultan yoktur, emir ve kader tamamıyla onun elindedir. Bu sebebe binaen, benimle beraber savaşmakta veya geri dönmekte tamamen hürsünüz.

‘Ey askerlerim! Eğer şehit olursam bu beyaz elbisem kefenim olsun. O zaman ruhum haz alacaktır. Melihşahı yerime tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız.

Mevlamın takdiri içimizdeki erenlerin dualarıyla fetih nasip olursa, İnşaAllah önümüzde çok hayırlı günler olacaktır.

Ey askerlerim kumandalarım! daha ne zamana kadar biz az düşman çok diye bekleyeceğiz. Düşmanı yenersek arzu ettiğimiz netice hasıl olacaktır. Yoksa şehit olarak cennete gidip Rabbımıza kavuşacagız. Beni isteyenler gelsin, geri gidecekler gitsin, kendilerine hiç bir cezai müeyyide uygulanmayacaktır.

Bugün burada ne emreden sultan ve de emir alan bir asker vardır. Bende sizler gibi bir neferım ve sizlerle birlikte savaşacagım.

İşte bu ruh bize 950 yıldır Anadolu yu vatan toprağı eylemiştir.

Kalb Allah derse, yürekte güzel olur, kelamda güzel olur, sonunda güzel olur.

‪Ecdadın güzel işlerinden ders almak başka, onların her şeyini mükemmel görmek bambaşka bir şeydir. İkinci kesim kendini de, kendi zamanını da asla inşa edemez.

Trento/ İtalya

Adnan Bayraktar