NE ZAMAN NORMALLEŞMİŞ SAYILIRIZ?

Normalleşmenin, anormal durumlardan sıyrılma halini ifade ettiğini farz edersek, Türkiye siyaseten hangi ölçüler içinde normalleşmiş addedilmelidir?

Mesela bugün itibariyle Türkiye’nin normalleştiği söylenebilir mi?

Bilhassa son dönemde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın şahsi inisiyatifiyle elde edilen kazanımların hukuki altyapısı tahkim edilmezse; bu baharın her an kışa çevirme riski taşıdığı unutulmamalıdır. Cennetmekan Sultan Abdülhamit’ten sonra gelen İT (İttihat ve Terakki) takımının devleti nasıl çökerttiği, milleti nasıl perişan ettiği asla göz ardı edilmemelidir.

Bu açıdan bakıldığında, en azından aşağıda bir kısmını saydığım hususlar devam ettiği müddetçe Türkiye’nin “normalleştiği” iddia edilemez diye düşünüyorum;

— Anaokulundan üniversiteye kadar genç dimağlara enjekte edilen ve devletin hücrelerine kadar sinmiş olan resmi ideoloji hükmünü icra ettikçe,

— Olağanüstü dönemlerde süngü ucu zoruyla alınmış ne kadar kanun, anayasa maddesi varsa hepsi yeni baştan milletin onayına sunulmadıkça,

— Tüm darbe, cunta, muhtıra faaliyetlerine katılmış, azmettirmiş, lojistik sağlamış asker, iş adamı, gazeteci kim varsa hepsi yargılanmadıkça,

— Anayasada “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” gibi maddeler yer almaya devam ettikçe,

— Cumhuriyet dönemi boyunca sorulmamış tek hesap, dokunulmamış tek zevat kalmadıkça,

— Resmi tarih tezlerini bir yana bırakıp günahı ve sevabıyla tüm tarihimizle yüzleşmedikçe,

— Atatürk ilke ve inkılapları üzerine yemin etme seremonisi devam ettikçe,

— Devlet ricalinin her fırsatta Anıtkabir’e çıkma ritüeli sürdükçe,

— 82 Darbe anayasası varlığını sürdürdükçe,

— 5816 sayılı yasa yürürlükte kaldıkça,

— Ayasofya kapalı durdukça…

Faruk Türk

BÜYÜĞÜMÜZ BÖYLE DEDİ!

Şahsiyet-i fani üzerine, hakikat-i baki inşa edilmeyeceğini kavramak için illa acı tecrübeler mi gerekiyordu?

Şahsiyetler üzerinden hakikati ortaya koymaya çalışmak ve şahısların peşinden giderek, isabetli bir gidişat içerisinde olmak mümkün değildir. Burada sıkıntı, şahsiyetler üzerinden hareket eden kişinin yaptığı her şeyin doğru olduğu zehabına kapılmasıdır. Hak şahıslara göre şekil değiştiren bir durum değildir. Tersine insanlar Hak’ka göre şekil almalıdır.

Hakkın ve hakikatin merkezine kendini koyma ve tüm dünyayı kendi etrafında dönüyor sanma bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalananlar, bir gün doğru deyip şiddetle savunduğu davranışın tam tersi davranışı başka bir zaman yine aynı taassup ile savunma zafiyetine düşer.

“Büyüğümüz şöyle buyurdu”, “Büyüğümüz böyle dedi” ile istikamet belirleyenler, hakikatin dili ile konuştuklarından emin olamazlar. Bunun içindir ki; hedefe ulaşmaya çalışırken, muhakkik alimlerin Kitap ve Sünnet ışığında ortaya koydukları kaidelere göre hareket etmek zorundayız ve en önemlisi de birbirimize karşı değil, küfre karşı mücadele etmeliyiz.

Bu mücadeleyi sağlayabilmenin öncelikli şartı ihtilaftan uzak durarak birlik içinde olmakla sağlanır. Değişen teknolojinin, özellikle olumsuz sosyal etkileri, mücadele anlayışını zorlaştırmış olsa da, değişen dünyada ehli küfrün tüm silahlarının ne olduğunu ve nasıl bir karşılık içinde davranmamız gerektiğinin bilincinde olmamızı gerektirir.

Usul ve metot itibariyle ne yapılması, nasıl davranılması gerektiği açık, net ve belirgin olmalıdır. Usul daima esastan önce gelir. Esasa maksat ve usule yol, yöntem, metot olarak izah edersek, yanlış usulle esasa ulaşılamayacağından yani yanlış yol, yöntem ve metotla, maksat hasıl olmayacağından sonuç en nihayetinde hüsranla neticelenecektir.

Mücadelemiz kişilerle değil, ehli küfrün dayanmış olduğu fikirler ile olmalı ve gayemiz, ferdin ıslahına yönelik bir çaba olmalıdır. Kimin yaptığına bakılmaksızın yanlışlıklar ortaya konulmalıdır. Burada maksat hakikati beyan olmalıdır.

Bütün bunlar belli bir usul ve metotlarla yapılması, bu usul ve metotların tüm dava ehlince bilinir olması önem arz etmektedir.

Keyfilikten uzak olmak, bireysellikten kaçınmak, mücadele gücüne güç katar. Birlikten kuvvet doğar.

Çaba bizden tevfik ve inayet ise alemlerin Rabbindendir.

Saygılarımla

Alp Arslan

TASAVVUF

Şeriat ilahi nizamdır. Tasavvuf bu ilahi nizamı hakkıyla yaşama yoludur. Tarikat ve tasavvuf sizin daha iyi ibadet etmenize vesile olmuyor, haram ve helal dairesini en güzel şekilde ortaya koydurmuyorsa orada tasavvuf ve tarikatden bahsetmek abesle iştigaldir.

Tasavvuf,
Allahü teâlâyı, görür gibi ibadet etmektir. Hadis-i şerifde buyuruldu ki:
“Allahü teâlâyı görür gibi ibadet et! Sen Onu görmüyorsan da, O seni görüyor”. (Buhari)

Cüneyd-i Bağdadi:
Tasavvuf Hakkın sendeki seni öldürmesi ve kendisiyle yaşatmasıdır. Yani insanın nefsini yok etmesi ve yalnız Hakk’ın irade ve ihtiyarıyla hareket etmesidir.

Ma`ruf Kerhi de şöyle der: Tasavvuf, hakikatleri almak ve yaratılmışların elinde her ne varsa hepsinden ümidi kesmektir.

Yunus Emre’nin, (Şeriat, tarikat yoldur varana, hakikat, marifet andan içeru) sözü meseleyi ne kadar güzel anlatır.

Tasavvuf; kemale ermek için ruhu, ibadet, zikir ve fikir gibi şeylerle terbiye ettirip nefsi kalb hastalıklarından tezkiye etme yolunu gösteren ilimdir. Konusu, zikir, fikir, ahlak, riya, muhabbet, buğz, tevazu ve kibir, hırs, mürakabe, mücahede ve tevekkül gibi şeylerdir.

Fıkhı ve ilmihali bilmeden tasavvuf erbabı olduğununu zaneden cahillerden çekiyoruz ne çekiyorsak.

Fıkıh ilimini bilmeyen gençleri tasavvuf erbabı diye şartlandırırsanız, onlar sapıtarak keramet ehli olduklarını zannederler. Baktılar kendilerinde bir şey yok, başlarındaki idarecileri uçururlar. Şeyh uçmaz müridi uçurur noktası tamda budur.

Bir kimseye bağlanan ve inananlar, onu olduğundan daha üstün görürler. Onda olağanüstü değerler bulunduğuna inanır ve buna başkalarını da inandırmak isterler.
Bu ne tasavvuf nede tarikattır. Olsa olsa şeytanın maskaralığından baska bir şey değildir.

Selam ve dua ile


Adnan Bayraktar