HAKPERESTLİK ve AİDİYETLERİMİZ

İnsan olarak herhangi bir sosyal grupla irtibatımızın veya daha hususi manasıyla o sosyal gruba intisâbımızın temelinde söz konusu teşekkülün hak oluşu, hakkın hizmetkârı, dava edicisi ya da sözcüsü oluşu, haktan yana oluşu vardır. Ferdin şuuru, farkındalığı ve bağlılık hissinin derecesiyle merkezden muhîte doğru ifade etmeye çalıştığım bu sâikler elbette hayatîdir. Hususiyle manevi arka planı olan aidiyetlerimizde iş bu “Hakk” olma vasfı mevzunun en mühim noktasını teşkil eder. Zîra, bu husus ebediyyete müteallik netîceler tevlîd eder (meydana getirir).

Hak din, Hak Mezhep, Hak Yol terkiplerinde ifadesini bulan bu ‘hakikate tekâbül etme’ ya da en azından ondan bir cüz olma durumu min vechin ittifaklarımızın, min vechin ihtilaflarımızın sebeb-i vücûdudur. Yahut ferdin telakki tarzına göre cem edici de olabilir, tefrik edici de. Kadîm bir problemdir. Halli ise pek müşkil.

Avâmın âidiyetleri hakkındaki mutlaklaştırıcı bakış açısı esasında fıtrîdir ve dolayısıyla normaldir. Hatta belki de istifadesi için faydalı ve daha da ötesi zaruridir. Sosyal grubun en geniş alt katmanını teşkil eden bu kalabalık grubun tamamının şüpheci ya da sorgulayıcı bir tarzla hep tahkike yönelmesini beklemek, ısrarla taklidi terke yönlendirmeye çalışmak belki onun taşıyamayacağı sıkletleri sırtına yüklemeye çalışmak olarak değerlendirilebilir. Bunun da o grubun dağılmasına ve cemaatin tükenmesine müncer olacağı az çok psikoloji ve sosyolojiden anlayan insanların tahmin ve takdir edebileceği bir akibettir.

Bu nedenle bir sosyal yapının ilmiye zümresi ve teorisyenleri ile taklid ehli müntesipleri arasındaki ifade/ istifade münasebetinin bu sosyolojik gerçeğe göre inşa edilmesi gerekliliği asla göz ardı edilmemelidir. Yani bu diyalogda muhatap, bilgi eksikliği olan ve takıldığı her hangi bir meselede istifsarda bulunan (soru soran) mukallit biri bile olsa aslî gayenin hak üzere müstakîm olarak devam etmek olduğu asla unutulmamalı, bu istikameti sarsacak fazla ve lüzumsuz izah ve talimden hazer edilmelidir (sakınılmalıdır). Kısaca ilaç hastalığın şiddetiyle mütenasip olarak uygulanmalı ve fazla dozdan kaçınılmalıdır.

Meselenin bu kısmında esasen anlaşılmayacak, beyâna muhtaç bir yön bulunduğunu düşünmüyorum. İzaha çalıştığım bu duruşun, ilmî merkezler ve tâbî konumdaki avâm muhitler itibariyle, ayrıca bilgi kaynakları açısından bundan 15-20 yıl evveline kadar ferdî/ictimâî hayata uygunluğundan da asla şüphe duymuyorum. Fakat benim asıl maksadım ve bu yazıyı kaleme alış gayem şu ki; modern insan ya da moderniteden etkilenmiş müslüman fert, gerek her türlü bilgiye ulaşmadaki hızı sebebiyle, gerekse aldığı eğitimin her kademesinde hiç de hak etmediği halde şişirilen egosu sebebiyle hiçbir alanda avâm olduğunu kabul etmemektedir. Başka bir ifadeyle mâlûmâtfuruşluk ile ehl-i ilim olmanın farkını anlayamayan ve ihtisas seviyesiyle genel kültür düzeyi arasında fark görmeyen bu arızalı telakki modern dönemde eğitim ve kültür seviyesi katmanları arasındaki ton farkını flulaştırmıştır. Hakiki ilim ehli, herkesi her meseleyi idrakte istidâtlı görmek ile herkesi her meselede anlama kabiliyeti yetersiz olarak görmek arasında bocalamaya ve mevzuları izaha nereden başlayacağı hususunda karasızlık yaşamaya başlamıştır. Ama vaziyet bununla da kalmamış yani sadece mesâil-i ilmiye (ilmî meseleler) avâma inmemiş, fakültelerdeki meddahlığa endeksli hoca-asistan münâsebetleri avâm seviyedeki nice insanın hakiki bir liyâkat ve kifâyet elde etmeksizin üniversite kürsülerini işgal etmesiyle iş iyice çığırından çıkmıştır. Yüksek öğretim kurumlarında torpile, müdâheneye, yağcılığa dayalı seviyesiz ilişkilerle akademik kariyer elde etmiş böyle öğretim üyesi taslaklarının meseleleri edebiyatla süsleyen indirgemeci ve sloganik üslûbu avâm üzerinde dehşetli bir tesir icrâ etmiştir. Zira bu insanlar takipçilerini “öyle çok ihtisasa lüzum yok, siz de her meselede müstakil kanaat sahibi olabilir hatta içtihad edebilirsiniz” cümleleriyle okşayıp cesaretlendirerek ilmin mümtâziyetini ve saygınlığını zedelemişlerdir. Ancak ulemâ arasında medâr-ı müzâkere olabilecek çok dakîk ve nazik meselelerin televizyon ekranlarında tartışılır hale gelmesi, hakkı arama gayesi olmayan ve kendi kanaatine mutaassıbâne sarılmış, şahsî reklamının ve şöhretinin derdine düşmüş kişilerin sadece birbirini açığa düşürmek kastıyla münazarada bulunmaları, bu programları izleyen binlerce insanın akidevî, amelî ve ahlakî savrulmalar yaşamasına sebep olmuştur.

Artık bu insanlar, kulaktan dolma bilgilerini o derece sarsılmaz ilmî veri olarak telakkî etmekteler ki en hassas meselelerde “bence” ile başlayan kanaat cümleleri kurmakta hiçbir beis görmemekteler. Yani cehl-i basitler ahir zamanda cehl-i mürekkebe intikal etmiştir.

Cehalaleti mürekkep olanın hakikat anlayışı ise kendi mezhep ve meşrebini “hak” olmaktan “yegane hak” olmaya yükseltmiştir. Bunun dolaylı neticesi ise kişinin o mezhep ve meşrepten olmayan herkesi batıl ehli görmesi ve ötekileştirmesi olmuştur. Artık yukarıda bahsettiğimiz izafetler birer iftirak tohumuna dönüşerek müşterek büyük aidiyeti zaafa uğratmaktadır. İlimsizlik bozuk kafalarda iman/küfür sınırı bırakmamış, tekfir okları pervasızca fırlatılır olmuştur. Cehaletle iyice şişen taassup, mezhep ve cemaat farklılıklarını mümin/kafir ayrımı olarak telakki etmeye sürüklemiştir.

İşte tam da böyle bir vasatta müstakîm ve ihlaslı ilim ehli indirgemeci olmadan, hakkı batıla bulamadan insanlara hakikati anlatabilmenin başka usullerini de keşfetmeli, hatta îcâd etmeli, “Hak buradadır” demekle “bura da Hak’dır” demek arasındaki farkı avâma da anlatabilmelilerdir.

Yani ilim ehli artık ”müntesiplerimiz, muhibbânımız böyle telakkî etse de olur, onların istifadesi bu şekildedir” demek lüksüne sahip değildir. Zira bu durum Mutlak Hakikat olan dinî müşterekliğimize zarar verir hale gelmektedir. Yanlış-eksik bilginin, yanlı-hatalı yorumun, meyânından koparılmış aktarımların teknolojinin yeni icatlarıyla süratle tedâvül ettiği, uhrevî mes’ûliyet hissi taşımayan hevâsına râm olmuş sahte hocaların kanal kanal dolaşıp zehir saçtığı modern zamanlarda avâmın hurâfe ve taassubunu âidiyetlerimizin hayat kaynağı haline getirmemeliyiz. İhtisas sahibi alimler kılı kırk yararcasına bir dikkat ve itinâ ile “Hakka nisbeti bulunmakla”, “ yegane Hak olmanın” farkını tüm tâbîlere anlatmalı, ilmin mehâbetini taşıyan kucaklayıcı ve kaynaştırıcı bir dilin doğuşuna vesile olmalılardır.

Muhtelif mezhep ve tarîkler içinden birini râcih diğerlerini mercûh kılacak sebeplerin bulunması zaten ait olduğumuz yeri tercihimizi mâkul kılan şeydir. Bir fazilet farkına inanmak, nispette akrebiyyet iddia etmek elbette tabiîdir ve bu kadarı herkesçe anlaşılabilirdir. İç bünyede kalmak şartıyla bu efdaliyet ve akrebiyetlerle iftihar edilip o nimet-i maneviyyeye şükran ifadelerinde bulunmak da eşyanın tabiatı gereğidir. Ama bu telakkîlerin âidiyetimiz dışındaki grupların hakka olan izafetlerini inkar retoriğine dönüşmemesi, tahkir, tezyif diline inkilap etmemesi ve nihayet nefret halini almaması gerekmektedir. Hatta muhataba saygının bir gereği olarak kendi aidiyetimize dair efdaliyet ve akrebiyet telakkimiz dışarıya karşı gerekmedikçe ve hususi bir maslahat olmadıkça zikredilmemeli, İslâmî ve ahlakî nezaket ve nezafete riayet edilmelidir.

Müktedâmızın (önderimizin) gayrına sebbetmek (hakaret etmek) ona olan nisbeti takviye ya da tahkim eden bir husus asla değildir. Devamlı sun’î rakip ve rekabet oluşturma ve onunla meşgul olarak aidiyet ispat etme tavrı esasında mutmain olmayan kalplerin yanlış noktada bir itmi’nan arayışından ibarettir. Öyle bir yanlış nokta ki şeytanı sevindirmekte, Müslümanları parça parça etmekte, kardeşlik bağlarımızı zedelemektedir.

Bir Müslüman için Kelâm-ı Kadîminde şüphesiz en mükemmel ef’âl , etvâr ve ahlak ölçüleri vaz eden Allah Teâla Enam Suresi 108. Ayette müminlere ;

وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِم مَّرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

“Onların Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah’a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi böyle süslü gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verir.”(Enam Suresi -108) buyurarak; müşriklerin Allah’tan mâadâ taptıklarına dahi (onların galeyân ile infiâline müncer olacak ve taassuplarını tetikleyecek surette) sebbetmeyi yasaklamaktadır.

Ümmet-i davet olan müşrikler için bize öğretilen bu diyalog ve müzakere üslûbu ümmet-i icabet olan biz müminler arasındaki aidiyet farklılıklarında evleviyetle riayet edilmesi gereken bir usul ve üsluptur. Şüphesiz Kuran’ın bize emrettiği bu usul müminlerin uhuvvet hissini takviye eden birçok nükteler barındırmaktadır.

Nitekim; Allah’ü Teâla razı olduğu kullarının vasıflarını beyan buyurduğu muhtelif ayetlerinde onları “(Müminlere karşı tezellül, alçak gönüllük sahibidirler), (Birbirlerine karşı merhametlidirler) vasıflarıyla tebcil etmektedir. Dikkat edilirse bu ayetlerdeki müminler sadece ‘iman’ müşterek vasfıyla bu tevazu ve merhamete terğîb ve teşvik olunmaktadırlar.

Kuran hiçbir kayıt koymaksızın ve üstelik tarik-i kasır ile “Müminler ancak kardeştir” buyururken, kimsenin müminler tavsifini başka vasıflarla takyid etmeye hakkı bulunmamaktadır. Sûfiyyenin büyüklerinin dahî şiddetle karşı çıktığı Zahir-Batın, Kabuk-Öz gibi ayrımlara giderek uhuvvet hislerimizi zayıflatmak asla tasvip edilemez. Müşterek izafetimiz olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat aidiyetimiz her türlü nispetin üzerinde tutulmalı Kur’an-ı Hakim’in ve Sünnet-i Sahiha’nın bu noktada tesis ettiği kardeşlik bizi her türlü iftirak ve infiraddan muhafaza etmelidir.

Artık her dini grup ve cemaat memur olduğumuz bu uhuvvet ufkuna hizmet etmeli, İslam kardeşliğine vurgu yapmalı, muhabbet beslemedeki usûlî yanlışlık ve ifratla bünyede muzir telakkilerin oluşmasına sebebiyet veren kaba softaların ağızlarına mühür vurmalıdır. Aksi durum ümmeti kolayca yenilip hazmedilebilecek küçük gruplara ayırmaya ve bizi mutlak küfre karşı zayıf ve zelil kılmaya devam edecektir.

Bu yazdıklarımın, cemaat, tarikat ve hatta mezhep karşıtlarının dile getirdiği argümanlarla hiçbir ilgi ve alakası bulunmamaktadır. Bilakis mezhepsizliğin veya tasavvuf aleyhtarlığının hangi mülahaza ile olursa olsun mutlak idlâl edici (saptırıcı) cereyanlar olduğundan hiçbir kuşkum da yoktur. Fakat Hakikate uzak-yakın izafeti olan mezhep ve cemaatlerin ümmet mefhumunu umursamaz bir şekilde sadece kendi nisbî hakikatlerine ve gündemlerine odaklanmaları ve ümmet kardeşliğinin cemaat kardeşliği yanında neredeyse fark edilemeyecek derecede silikleşmesi hatta unutulması iş bu tasavvuf aleyhtarlarının ekmeğine yağ sürmektedir.

Eğer va’z-u irşadın merkezine rüyalar, vâkıalar, keramet nakilleri, emniyet telkîn eden cennet tebşirleri yerine âyât-ı münzele ve ehâdis-i nebeviyyeyi getiremezsek dini yaşayışımıza edile-i asliyye değil rivayet ve hikayeler hâkim olacaktır. Şeriatın hak etrafında ictima ve tevhidden ibaret özü, hakikati sahiplenmede inhisâra ve hased pratiğine, gerçek tasavvufun tevazu ve mahviyet (alçakgönüllülük) bahşeden ruhu gizli kibir ve istiğnâ retoriğine kalb olacaktır.

Yakînî olmayan makbulâtımızın neşesini sadece kendi hâs dairemizde ve gönül dünyamızda yaşayabilme erdemini elde etmemiz, hüsn-ü zanna müstenid itikat ve kanaatlerimizin başkaları için kat’iyyet arzetmediği gerçeğini idrak etmemiz, benzer kabullenişlerin dış bünyeden muhataplarımız için de söz konusu olduğunu unutmamız gerekmektedir.

Hasılı ‘Hak’ en büyük davamız, ‘uhuvvet’ yegâne devâmız olmalıdır.

Burhanettin Çağırıcı

PLATON’UN MEŞHUR MAĞARA ALEGORİSİ

Bir mağaranın içinde, dışarıdan gelen ışığa arkalarına dönük olarak ömürlerini geçirmiş olan insanların, tek gördükleri önlerine vuran hayvanların, insanların ve nesnelerin gölgeleridir.

Bu gölgelerin gerçek formunu hiç görmemiş mağara yaşayanları için tek gerçeklik bu gölgelerdir.

Mağarada yaşayan kişilerden biri, bir gün mağaradan dışarı çıkmanın yolunu bulur.

Mağaranın dışındaki dünya ile karşılaşır.

Işık yani gerçek ile tanışan bu kişinin gözleri, gerçeği algılamakta ilk anda zorlanır.

Zamanla, şimdiye kadar gerçek sandığı gölgelerin aslında gerçek olmadığını ve gerçek zannettiklerinin ise karanlığın yansıması olduğunu kavramaya başlar.

Hakikatin farkına varan bu kişi, mağaraya dönüp diğer insanlara gölgeleri ve gerçeği anlatmak ister.

Ancak, dışarıyı hiç görmemiş, halen mağarada yaşayan insanlar, anlatılanları idrak edemezler ve gördüklerini anlatan bu kişiye de kızgınlıkla karşı çıkarlar.

Platon, mağara alegorisi yani benzetmesinde, bir şeyleri anlamaya başlamış olan filozofların, bunu halka anlatamayışlarını örneklemek istemiştir.

Bu metafor, günümüz dünyası ve düzeni içinde geçerlidir.

Çünkü insanlar, anlayabildikleri kadarını kabul edip, kendi anlayışlarının ötesinde anlatılanları kabul etmezler.

Gerçekleri anlatanlar, bir şekilde toplum içinde baskı altına alınırlar.

Işığı görmek, doğruyu duymak, karanlığı içselleştirmiş olanlar rahatsızlık sebebidir.

Bu yüzden zihin karanlığı ve esareti seçer.

Cahillik mutluluktur.

Gerçek ile yüzleşmek ve özgür olmak ise cesaret ister.

Herkesin bir gün hakikati çıplak gözle görebilmesi dileğiyle.

Muhabbetler ediyorum.

Zeki Çalışkan

BÜYÜĞÜMÜZ BÖYLE DEDİ!

Şahsiyet-i fani üzerine, hakikat-i baki inşa edilmeyeceğini kavramak için illa acı tecrübeler mi gerekiyordu?

Şahsiyetler üzerinden hakikati ortaya koymaya çalışmak ve şahısların peşinden giderek, isabetli bir gidişat içerisinde olmak mümkün değildir. Burada sıkıntı, şahsiyetler üzerinden hareket eden kişinin yaptığı her şeyin doğru olduğu zehabına kapılmasıdır. Hak şahıslara göre şekil değiştiren bir durum değildir. Tersine insanlar Hak’ka göre şekil almalıdır.

Hakkın ve hakikatin merkezine kendini koyma ve tüm dünyayı kendi etrafında dönüyor sanma bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalananlar, bir gün doğru deyip şiddetle savunduğu davranışın tam tersi davranışı başka bir zaman yine aynı taassup ile savunma zafiyetine düşer.

“Büyüğümüz şöyle buyurdu”, “Büyüğümüz böyle dedi” ile istikamet belirleyenler, hakikatin dili ile konuştuklarından emin olamazlar. Bunun içindir ki; hedefe ulaşmaya çalışırken, muhakkik alimlerin Kitap ve Sünnet ışığında ortaya koydukları kaidelere göre hareket etmek zorundayız ve en önemlisi de birbirimize karşı değil, küfre karşı mücadele etmeliyiz.

Bu mücadeleyi sağlayabilmenin öncelikli şartı ihtilaftan uzak durarak birlik içinde olmakla sağlanır. Değişen teknolojinin, özellikle olumsuz sosyal etkileri, mücadele anlayışını zorlaştırmış olsa da, değişen dünyada ehli küfrün tüm silahlarının ne olduğunu ve nasıl bir karşılık içinde davranmamız gerektiğinin bilincinde olmamızı gerektirir.

Usul ve metot itibariyle ne yapılması, nasıl davranılması gerektiği açık, net ve belirgin olmalıdır. Usul daima esastan önce gelir. Esasa maksat ve usule yol, yöntem, metot olarak izah edersek, yanlış usulle esasa ulaşılamayacağından yani yanlış yol, yöntem ve metotla, maksat hasıl olmayacağından sonuç en nihayetinde hüsranla neticelenecektir.

Mücadelemiz kişilerle değil, ehli küfrün dayanmış olduğu fikirler ile olmalı ve gayemiz, ferdin ıslahına yönelik bir çaba olmalıdır. Kimin yaptığına bakılmaksızın yanlışlıklar ortaya konulmalıdır. Burada maksat hakikati beyan olmalıdır.

Bütün bunlar belli bir usul ve metotlarla yapılması, bu usul ve metotların tüm dava ehlince bilinir olması önem arz etmektedir.

Keyfilikten uzak olmak, bireysellikten kaçınmak, mücadele gücüne güç katar. Birlikten kuvvet doğar.

Çaba bizden tevfik ve inayet ise alemlerin Rabbindendir.

Saygılarımla

Alp Arslan