CEMÂATİN BUGÜNKÜ YAPISINDAN “ÂLİM” ÇIKAR MI?

Başlangıçtan beri cemâatin en temel iddialarından birisi “hoca/âlim” yetiştirme iddiasıdır. Cemâati yakından tanıyan herkesin çok iyi bildiği bu hususun hangi oranda gerçekleştirilebildiği ise tartışmalıdır. Bu soruya verilecek cevap da aslında “âlim/hoca”dan ne kast edildiği ile doğrudan ilgilidir.

Eğer “âlim/hoca” ile kastedilen, cemâatin yurtlarında temel dînî bilgileri çocuklara öğretecek ve müfredâttaki ders kitaplarını okutabilecek kadar bilgili personel yetiştirmek ise bu hedefin büyük oranda gerçekleştirildiğini söylemek mümkündür.

Fakat “âlim/hoca” yetiştirmek ile kastedilen, Temel İslâm Bilimleri (tefsîr, hadîs, kelâm, fıkıh, tasavvuf, mezhepler tarihi vb.) alanında ihtisâs sahibi insan yetiştirmek ise bu şekilde bir hedefin gerçekleştirilebildiğini söylemek mümkün değildir. Zira cemâatin bir asra yakın geçmişinde bahsi geçen alanlarda yetişmiş ve ümmete mal olmuş tek bir isim göstermek mümkün değildir.

Esâsen cemâatin şu anda ve yakın geçmişte böyle bir gâyeye sahip olduğunu söylemek de mümkün değildir. Çünkü mevcut program ve uygulanışı, bu şekilde bir gâyeye sahip olunmadığını açık bir şekilde göstermektedir.

Oysa cemâatin kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin “Neden kitap yazmadınız?” sorusuna cevâben söylediği şu sözleri, kuruluş aşamasında bu şekilde bir gâyenin varlığını ispatlamaktadır:

“Selefin mum ışığında yazdığı paha biçilmez hazine misali eserlerin toprağa gömülerek çürüdüğünü, bakkallara satılarak çöplüklerde çiğnendiğini, bir kısmının da kütüphane raflarında tozlanmış ve çürümeye terk edilmiş olduğunu gördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, din ilimleri yok olmaya yüz tutmuş olan bir zamanda, kitap yazmaktansa, yazılan ilmî eserleri anlayarak anlatacak ve ilmi satırdan sadra intikal ettirip yaşatacak talebe, yani canlı kitap yetiştirmeyi daha lüzumlu buldum.”

Buna göre o, o günkü şartlar içerisinde kitap yazmaktansa geçmişte âlimler tarafından yazılan eserleri okuyup anlatacak “âlim/hoca” yetiştirmeyi daha zarûrî ve hayâtî görmüştür.

Bu sözler, kitap yazılmaması gerektiği anlamını da içermemektedir. Tam tersine ilmî eserleri okuyup okutacak ve onların üzerine bir şeyler ekleyecek nesil yetiştirme ihtiyaç ve hasretini ifade etmektedir.

Nasıl olduysa onun ortaya koyduğu bu ulvî gâye, zaman içerisinde yalnızca yurda personel olabilecek kadar ilim seviyesine sahip insan yetiştirmeye indirgenmiştir. Tabiri caizse kemmiyyet/sayısal çokluk, keyfiyyetin/vasıflı ve liyâkatli olmanın önüne geçirilmiştir.

Bunun sebepleri ve sonuçları üzerinde söylenecek çok söz olmasına rağmen şimdilik -çoğu yanlış işlerde olduğu gibi- bunun da arkasında yatan en büyük âmilin, idâreci konumunda bulunanların yanlış uygulamaları olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki ilim ve ders okutmak ile meşgul olan hocaların tamamı, bulundukları bölgenin idarecisinin tasarrufu altındadır. Yanlış bile olsa onun emir ve direktiflerinin dışına çıkamamaktadırlar. En küçük bir itiraz ya da tenkitleri, hocaların şiddetli ve diğerlerine ders olacak şekilde cezalandırılmalarına sebep olmaktadır.

Sayıca zaten çok az olan ilme, okumaya, araştırmaya, incelemeye, kitaplara vs. düşkün hocalar inşâatlara ve pasif görevlere verilmektedir. Âdetâ gizli bir el, cemâatte zaten cılız ve bireysel gayretlere bağlı olan ilim merakını ve meraklılarını cezalandırmaktadır. Daha da kötüsü, bu şekilde bir merak ve çaba “hizmet” olarak değerlendirilmemektedir.

Dahası mevcut müfredât bugünün şartlarında “âlim/hoca” yetiştirmek için yeterli değildir. Çünkü tefsir ve hadis gibi dinin en önemli iki kaynağına ait metinlere yönelik dersler müfredâtta yer almamaktadır. Celâleyn ve Beydâvî tefsîrleri gibi hacim bakımından oldukça küçük tefsîr eserlerini ya da Buhârî ve Müslim gibi en sahih kabul edilen iki hadis kitabını okuyan hoca sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır.

Aynı şekilde bu iki ilmin usûlüne (ulûmü’l-Kur’ân, tefsîr usûlü, ulûmü’l-hadîs, hadis usûlü) ait kitaplar da müfredâtta bulunmamaktadır. İlimlerin târihine ve tarihsel gelişimlerine yönelik herhangi bir ders de okutulmamaktadır. Hâlbuki bunlar olmadan istenen ilmî seviyenin elde edilmesi mümkün değildir.

Kaldı ki günümüz şartlarında klasiklerin yanı sıra din bilimlerine yönelik modern bilim dallarının da bilinmesi ve öğretilmesi gerekmektedir.

Netice itibarı ile bugünkü müfredât ve şartlar içerisinde ümmetin ihtiyaç duyduğu seviyede “âlim/hoca” yetiştirilmesi mümkün değildir.

Bugüne kadar yapılan iyi ve güzel işleri takdir etmenin yanı sıra bütün bunlar, yanlışları görmemize ve bunları tenkit edip îkâz ve ıslâh etmeye çalışmamıza engel olmamalıdır. Zira emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker vazifesi bunu gerektirir.

“Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!” (N.F.K.)

“(Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”

Zümer, 9. Ayet-i Kerime

Tunahan Erdoğan

15 TEMMUZ GECESİ DUA EDENLER..!

Endülüs’ü kaybettikten sonra bir köşede ağlayan Sultan Abdullah’a annesinin söyledikleri tarihe geçmiştir. Şöyle der valide sultan; “Ağla oğlum ağla.. Erkekler gibi savaşmadın şimdi otur kadınlar gibi ağla. Erkek gibi savaşmayana kadınlar gibi ağlamak yaraşır!..”
Kurban, kermes, takvim, umre gibi ucu paraya dayanan mevzularda talimat üstüne talimat veren cemaat, niye 15 Temmuz darbe gecesi en ufak bir talimat vermedi sorusu vicdan sahiplerinin zihinlerinde her geçen gün genişleyen haleler şeklinde cevabını arıyor, arayacak. Zira söz konusu tutum vatanperverlikle, din ve iman gayretiyle kabil-i telif değildir. “Efendim biz o gece dua ettik” demek kimseyi aklamaz. Eli ayağı tutan insanın vatanı tehlikeye düştüğünde evinde oturup dua etmesi en hafif tabirle acizliktir. Dua zamanı dua, mücadele zamanı mücadele gerekir.
Darbecilerin kurşunlarına, bombalarına hedef olanlar evinde oturup dua etmeyi bilmiyor muydu?! O tankların altında kalan, namluların önüne dikilen şehitler, gaziler olmasaydı bugün senin o duayı yapacak imkânın olacak mıydı!
Vatanına, bayrağına, namusuna el uzatılırken tepki vermeyenler, ikircikli tutum alanlar hem millet nazarında, hem de Allah’ın huzurunda mesuliyetten kurtulamazlar.

FARUK TÜRK

CEMÂATİN BUGÜNKÜ YAPISINDAN “ÂLİM” ÇIKAR MI? SUALİ ÜZERİNE BİR MÜTALAA

Tunahan Erdoğan Hocam geçen günkü yazısında “Cemaatin bugünkü yapısından alim çıkar mı?” diye sormuştu.
Hal-i hazırda takip edilen program ve müfredatla “Evet, bu program ve müfredattan alim çıkmaz” diyebiliriz.
Ancak; bu hiç çıkmayacağı anlamına da gelmez. Hoca Nasreddin merhumun da dediği gibi, Un var, Yağ var, Şeker de var, o halde niye “Helva” yapılmasın, niye “Alim”ler çıkarılamasın?
Cemaatin bugünkü yapısına baktığımızda “Alim” çıkarabilmek için hakikaten de çok geniş imkanlar mevcut.
“Eleman” mı diyorsunuz, mevcut; “mekan” mı diyorsunuz, mevcut; “imkan” mı diyorsunuz, mevcut….
O halde geriye bu imkanları terkip ederek “Helva” yapmak kalıyor.
Bu yazıda acizane sizlere kendi “helva” tarifimi sunmak istiyorum. İstiyorum ki; bu sayfayı sessiz sedasız takip eden Cemaatin alt, orta, üst kademedeki gönül vermişlerine bir fikir olur ve eldeki bunca imkanlarla geç de olsa bir “Helva” yapma girişiminde bulunurlar.
Tabiki de kendilerinden yazdığım bu fikirlerin aynen tatbikini beklemiyorum, ancak yılda bir iki kez bir araya gelen “İrşadi Komisyon” toplantılarında bir başlık, Talebeler arasında yapılan “Proje Yarışmaları” kapsamında bir yarışmanın konusu “Nasıl alim yetiştirebiliriz?” “Nasıl bir Tekamül?” olur da bunu dert edinenler tarafından çok daha güzel fikirler ortaya çıkar ve uygulanma imkanı doğar.
1- Öncelikle İbtidai, İhzari, Tekamül Altı ve Tekamül müfredatı baştan sona gözden geçirilmelidir. Bugün “Arapça okutuyoruz” diye övünülen kitapların çoğu (Emsile, Bina, Maksut, Avamil, İzhar, Kafiye, Molla Cami…) Gramer kitaplarıdır. Tekamül altı seviyesine gelen bir talebeye “Molla Cami” gibi halen Gramer kitabı okutmak zaman kaybıdır. Bu seviyeye gelen bir talebenin “Gramer” diye bir derdi olmaması lazımdır. Üstelik “Molla Cami” kitabı “Kafiye” kitabının şerhi niteliğindedir, aynı kitabı 2 defa okutmak vakti israf etmek demektir.
Bu maddeye “Bu müfredat Efendi Hazretlerinin müfredatıdır, değiştirilemez” diye itirazlar gelebilir. Ancak yaşadığımız devir Efendi hazretlerinin yaşadığı devir ile bir değildir. O dönemin şartları, sıkıntıları ile bu dönemin şartları, sıkıntıları bir değildir. Ezmanın değişmesi ile ahkam da değişmiştir, değişmesi gerekir.
2- “Kur’an hizmetini en güzel yapan Cemaat” olmakla övünmek güzel şey, ancak Kur’an hizmetinden anlaşılan şey nedir? Kur’an-ı Kerim’i öğretmekse tamam, doğrudur. Ancak bugün baktığımızda Tekamül bitiren bir talebe onca yıllık talebelik hayatına rağmen, bırakın bir tefsir kitabını, Kur’an-ı Kerim’in mealini baştan sona okumamış ise takkeyi öne alıp düşünmek gerekir. (Bu cümlenin sağlamasını yapmak için tanıdığınız Hocaefendilere “Kur’an-ı Kerimin mealini baştan sona okudunuz mu hiç Hocam?” diye sorun bakalım cevap ne olacak.
Bu sebepten, talebelere Emsile, Bina vs. kitaplardan önce evvela Kur’an-ı Kerimin meali ehil hocaefendiler tarafından kısa bir tefsirle izah edilerek okutturulmalıdır.
3- Yine aynı şekilde en az bir Sahih Hadis eseri müfredata dahil edilerek baştan sona okutulmalı, Sünnet’in dindeki yeri, günümüzdeki Hadis üzerine olan tartışmalar anlatılmalıdır.
Şu husus iyi bilinmelidir ki, yetiştirilen talebeler sosyal hayatta “Arapça Gramer” konularından daha çok Kur’an, Tefsir, Hadis, Mezhep, Deizm, Ateizm vs. gibi hususlarla karşılaşmaktadırlar. Gramer eğitimi, evet “Mühim” dir, ancak “Ehemm” değildir. “Ehemm/Mühim sıralamasına göre müfredata çekidüzen verilmelidir.

4- Bugün yine ağzımızdan düşmeyen bir husus “Mezhepler” konusudur. Önümüze çıkana “Mezhepsiz, Vahhabi…” diye yaftalar atmakta çok cömertiz. Cömertiz cömert olmasına da aceba biz ne kadar mezheplerden haberdarız? Eğitim öğretim müfredatımızda Mezhepler, ortaya çıkış süreci, birbiriyle benzerlik ve farklılıkları, bir mezhebe tabi olmanın gerekliliği vs. hakkında neler var? El-Cevap: Sıbyan seviyesinde talim ettirdiğimiz İlmihal’in “Soru-Cevap” kısmındaki bilgilerden fazlası yok. Bu sebepten müfredata bu hususla alakalı eser/dersler de eklenmelidir.
5- Tunahan Hocamın yazısında bahsettiği Hz. Üstazımızın ifadesinde geçen “Selefin mum ışığında yazdığı paha biçilmez hazine misali eserler” sözü çok önemlidir. Tunahan Hocamın da dediği gibi Efendi hazretleri burada “ilmî eserleri okuyup okutacak ve onların üzerine bir şeyler ekleyecek nesil yetiştirme ihtiyaç ve hasretini” ifade etmiştir. Bu aynı zamanda talebelerine bir işaret ve vazifedir. “Evlatlarım, bakın kütüphane raflarında bizden önceki alimlerin yazdığı çok kıymetli eserler vardır, onları ihmal etmeyin” hükmündedir.
Burada sözü “Çamlıca Basım Yayın” a getirmek istiyorum. Bünyesinde yapılan hizmetleri takdir etmemek mümkün değil. Ancak Cemaate ait bu müessesenin “Dini” eserlerden çok “Tarihi” eserlere ağırlık vermesi anlaşılabilir bir durum değildir. Amiyane bir tabir olacak belki ama affınıza sığınarak sorayım; “Çamlıca Kitap’ın bastığı -Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri, Göynük Şer’iye Defteri, 103 Numaralı Mühimme Defteri veya Türkiye-Ukrayna İlişkileri adlı kitaplar günümüz müslümanlarının hangi derdine deva olacaktır? Bu cümleden kesinlikle bu eserlerin basılmasına itiraz ettiğimiz anlaşılmasın, Evet, bu eserlerin basımı da “mühim”dir, ama “EHEMM” değildir.

Zaten (camlicakitap.com) sitesine girdiğinizde de yayınevinin ehemm/mühim sıralamasını görürsünüz. Üst taraftaki “Kitap” başlığına tıkladığınızda altında sırasıyla (1-Tarih, 2-Edebiyat, 3-Eğitim, 4-Arapça Eserler, 5-Dini Kitaplar, 6-Kur’an-ı Kerim, 7,8,9…) alt başlıkları bulunmakta. Sıralamada görüleceği üzere yayınevindekiler için “Tarih”; Kur’an-ı Kerim’den, Arapça eserlerden ve Dini Kitaplardan daha öncelikli bir konuma sahip. Böyle mi olması gerekirdi? Vicdan sahiplerine havale ediyorum bu hususu.

Peki neler yapılabilir? Çamlıca Basım ve Yayın müessesesi nasıl dini yayınlar konusunda etkin hale getirilebilir?

Açıklayalım;

Hal-i hazırda Tekamül okuyan yüzlerce Talebe mevcut. Ve yine Efendi hazretlerinin de ifade ettiği üzere “Yazma Eserler Kurumu” bünyesinde Selefin mum ışığında yazdığı “Dini ilimlerle” alakalı paha biçilmez hazine misali binlerce eser mevcut. Tekamül seviyesine gelen bir talebe bir yazma eseri rahatlıkla tercüme ve transkript edecek niteliktedir. 8 aylık Tekamül eğitiminin başında komisyon tarafından tespit edilecek Yazma Eserler hacimlerine ve konularına göre tek tek veya gruplara dağıtılarak tercüme ve telifleri yapılsa ve Çamlıca Basım Yayın tarafından da basılarak Ümmet-i Muhammedin hizmetine sunulsa başta Allah ve Rasulü, sonrasında Hz. Üstaz memnun olmaz mı?

Un var, Yağ var, Şeker var, Niye “Helva” yapmayalım?

6- Son olarak da sözü fazla uzatmadan şöyle bir düşünceden/projeden bahsetmek istiyorum;

Cemaat bünyesinde binlerce Yurt binası mevcut. Bu binalardan bir tanesi “Tunahan İslami İlimler Akademisi” şeklinde bir Akademiye çevrilse, ve her katı bir İlim dalına tahsis edilse (1. Kat Kur’an-ı Kerim ve Tefsir, 2. Kat Hadis, 3. Kat Kelam, 4. Kat Tasavvuf, 5. Kat Fıkıh, 6. Kat Mezhepler… vs) ve her kat ilgili olduğu alanla ilgili eserlerle donatılsa, Tekamül bitirenler arasında sınav yapılarak burada mütehassıs Hocaefendiler çalışmalar yapsa, ve yetiştirilse, günün belirli saatlerinde her katta alanıyla ilgili halka açık sohbetler yapılsa… Çok güzel olmaz mı? Olmasına mani bir şey var mıdır?

Yazarken bile çok heyecanlandım, gerisini getiremeyeceğim. Umarım siz de okurken heyecanlanmışsınızdır. Hayali bu şekilde heyecan veriyorsa gerçeği nasıl olur varın siz düşünün.

Ümit ediyorum ki halis niyetle burada yazılanlar cemaat bünyesinde ma’kes bulur ve bu yönde çalışmalar yapılır, bu sayede de Cemaat, ümmet nezdinde sahip olduğu o eski itibarını tekrar tesis eder.

Selam ve Dua ile…

Abdülhalim Selim

İSLAMİ İLİMLERİN KRİZİ NEDEN AŞILAMIYOR

Samimi ama sadece bir fırkanın ürettiği bilgilerle düşünebilen bir arkadaşla tartışmaya giriştik. Bir süre sonra yaptığımızın ilmi bir müzakere ve doğruya ulaşma çabası değil, faydasız bir cedel olduğunu fark edince konuyu değiştirdim. Çünkü böyle bir tartışma tarafların hatalarını perçinlemekten başka bir işe yaramaz.
Belki de bunun için Resulüllah (sa), ‘haklı olduğunu bildiği halde mirâyı terk eden cenneti kazanır’ buyurur. Ne yazık ki, yapım gereği bu tür tartışmaları seviyorum ama her zaman zararla sonlandırıyorum. İmam Şafii gibi olamadıktan sonra böyle tartışmaları yapmanın bir fayda getirmediğini hep ba’de harabi’l-Basra anlıyorum. İmam Şafii’ye şöyle bir söz nispet edilir: ‘Ne zaman birisiyle tartışmaya girsem hep onun haklı çıkmasını arzulamışımdır. Çünkü eğer o haklı çıkarsa benim iki kazancım olacak: Birincisi, ben yeni bir şey öğrenmiş olacağım. İkincisi, benim kazanmamın bana vereceği gururdan kurtulmuş olacağım’.
Bu tartışmayı bırakıp kendime gelince düşündüm; biz neden bu kadar savrulduk, açık deliller, naslar varken ve İslam kolayken, bu açık delilleri bırakıp kendi ürettiğimiz zanlar üzerine hayali İslam anlayışları kuruyoruz? İbaresiyle delalet eden bir nassı delil olarak almıyoruz da, sahih bile olmayan bir hadisin işaretinin işaretini delil sayıyoruz. İşin merkezini, esasını, olmazsa olmazını bırakarak zandan üretilen inançlar üzerine öznel ve de ideolojik bir İslam oluşturuyoruz? Fırkaların İslam anlayışının en baş problemi budur. Bu sorunun cevabı olarak aklıma şunlar geldi:

Şu anda İslam’ın sahibi ve hamisi yok. Yanlış anlayışlara ikna edici ve Müslümanlarca kabul görecek düzeyde cevaplar üretecek bağımsız ve bağlantısız ulemamız yeterli değil. Oluşmasının önünde de engeller var. Bu sebeple cumhur olmanın, sevad-ı azamın, manevi icmaın otoritesini hissedemiyoruz. Herkes kendi başına buyruk. Kuranıkerim ifadesiyle ‘kendi içimizdeki çekişmelerimiz sebebiyle parçalandık, rüzgârımız/devletimiz yok oldu’.

Böyle olunca her fırka İslam’ın ortak usulüne dayalı olmaksızın, kendi bilgisini kendi zanlarıyla, usulsüzlükleriyle üretir hale geldi. Bu da ideolojik ve bâtıni İslam anlayışlarının doğmasına sebep oldu.

Dünya gerçeklerinden uzak, merdivenaltı kurslarla ve her fırkanın, hatta her hocanın kendi yöntemiyle, ya da yöntemsizliğiyle öğretilen İslam bu kadar olur. İslam’ı öğrettiğimizi sanıyoruz.

Dünya ilimleriyle din ilimlerini beraber götüremedik. Onun için dinden anladıklarımız da yaşadığımız dünya gerçeğiyle uyuşmuyor, ayakları bu zemine basamıyor. Oysa Allah bizden dünyayı da anlamamızı istiyor. Felsefi düşünceler bile bir varlık anlayışından kaynaklanır. Oysa dünya bilgisinden kopmuş bir İslam anlayışı bu dünyanın dini olamaz, Müslümanları birleştiremez ve ayağa kaldıramaz.

İslam’ın yeniden diriliş döneminden bugüne Türkiye’de kurulan İmam Hatip Okulları ve diğer İslam ülkelerinde onların kısmen benzeri olan okullar bu uzlaştırmanın bir girişimi oldu ama daha üst kurumlar aşılamadığı için tam istenilen sonucu henüz veremedi. Bu okulların yetiştirdiği insanlar iktidar oldu, ama mesele derin devlet duvarına gelip çattı. Türkiye’deki ‘İslamcı’ birikim başlangıçta demokratik yollarla bu duvarı aşmayı kısmen başarır gibi görüldü. Devlet olamadıysa da devleti yönetir oldu, kurumlaşma yolunda epey mesafe alındı. Ancak bir yönden kemikleşmiş seküler derin devlet refleksi, bir yönden de İslamcıların iktidarda kalmayı bu yürüyüşün sürmesine tercih etme kararı bir kırılmaya sebep oldu. Demokrasinin ya da iktidarın nimetleri İslamcılığa tercih edildi. Kısaca İslamcılık bu defa da demokrasiye tosladı.

İlim geleneğimiz koptu. Bugün rol model diyorlar, üsve-i hasene âlimlerimiz yeterli değil. Oysa âlimin, alem olarak yol gösterici duruşu vardır. Fıkıhta Dürer’le ya da Mir’at’la, tefsirde Kâdi Beydâvi ile bir ömür tüketmeyi ilim yapma sayıyoruz. Biraz da gönül eğlencesi arayanlar Mesnevi ya da Gülistan’a bir ömür veriyorlar. Bunlardan sıkıp sıkıp ‘irfan’ çıkarmaya çalışıyorlar. Oysa ilimsiz irfan olmaz.

Dinin hamisi bulunmayınca dini ilimlerin teşvik edici, motivasyon sağlayıcı güçleri kalmadı. Dünya anlayışımız ve ona bağlı eğitim sistemi en zeki gençleri, en çok dünyalık sağlayan okullara doğru çekiyor. Hiçbir okula giremeyenler ‘din hocası’ ya da ‘hafız’ olmak zorunda kalıyorlar.

Bir taraftan da bütün bunların ve benzeri problemlerin aşılma çabaları var. Bu yola girilmiştir. Aşılacağını ümit ediyoruz. Allah tekrar nurunu tamamlayacaktır. İstemeseler de.

https://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/islami-ilimlerin-krizi-neden-asilamiyor-2052875?fbclid=IwAR1qA3MxtJ_7qt7guz-vle2DauLiPsnuRL1pxgnsyDS02ZZqSM2lwDagykg

Faruk Beşer

DÜNYA VE AHIRET SAADETİ VE ISLAM FIKHINI BİLMENİN ZARURETİ.

Ehl-i sünnet itikadını ve farzları, haramları öğrenmek farzdır. Bunlar, fıkhı bilen alimlerden bizzat veya ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkıh, âyet ve hadislerden çıkarılmıştır. (Hadika)

Hadis-şerif,
Fıkıh bilmeden ibadet eden, karanlık gecede eksik bina yapıp, düzeltmek için gündüz yıkana benzer.” (Deylemî)

لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةًۜ فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَٓائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ۟

(Bununla beraber) mü’minlerin hepsinin (topyekûn) savaşa çıkmaları lâyık değildir. O halde (onların her sınıfından yalınız birer zümre savaşa gitmeli), kimi de — dîn ve şerîat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavmleri (savaşdan) dönüp kendilerine geldikleri zaman onları Allah azâbıyle korkutmaları için — (gitmeyip kalmalıdırlar). Olur ki (bu suretle mü’minler aykırı hareketlerden) kaçınırlar.
(Tevbe, 122)

Bu ayetın tefsirinde çeşitli rivayetler olmakla beraber: dini öğrenmek üzere bütün müslümanların bizzat Hz. Peygamber’imiz aleyhisselamin yanına gelmeleri gerekmez; her topluluktan bir grubun gelip dinlerini öğrenmeleri ve sonra dönüp kendi topluluklarına onu anlatmaları yeterlidir (bk. Taberî, XI, 66-71; İbn Atıyye, III, 96-97; Râzî, XVI, 225-228; Ateş, IV, 154-157).

Dinin sağlıklı bir biçimde tebliği için maddî güç ve düşmana karşı ordu hazırlamak yeterli değildir. İslâmiyet’in hedeflediği medeniyete ilimsiz, irfansız ulaşılamaz. Bu itibarla müslümanların kendilerini aydınlatacak ve gerekli durumlarda uyaracak derin ilim sahibi kimseler yetiştirmek için üzerlerine düşeni yapmaları bir görevdir.
Aksi takdirde cahil bir zümre ortaya çıkar. Bugün bu cahil ve itikadı bozuk genclikten biz müslümanlar mesul.değiliz diyebiliyormuyuz.

Kur’an-ı Kerîm’de: “… O kavme ne oluyor ki (kendilerine söylenen) hiçbir sözü anlamaya (fıkhetmeye) yanaşmıyorlar?” (Nisâ, 78) ayetinde geçen “lâ yefkahûn” ince anlayış ve keskin idrak anlamına gelmektedir. Fıkıh alimlerinin sözlerini almak ve öğrenmek farzdır.

FIKIH NEDİR?

Bilmek, anlamak, bir şeyin bütününe vakıf olmak. Istılahta, bir kimsenin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesi demektir. Başka bir tarife göre fıkıh; kişinin ibadetlere, cezalara ve muamelelere ait şer’î hükümleri mufassal delilleriyle bilmesidir. Ayrıca, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin anlayış diye de tarif edilmiştir (Muhammed Maruf Devâlibî, İlmi Usûl-i Fıkıh, Beyrut 1965, 12; İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtâr Ale’d-Dürri’l Muhtâr, İstanbul 1982, I, 34; İmam Burhaneddin, ez-Zernûci, Ta’limü’l Müteallim, İstanbul 1980, 27; M. Ebû Zehra, İslâm Hukuk Metodolojisi (Fıkıh Usulü), 13; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamûsu, İstanbul 1976, I, 13).

Allah Teâlâ (c.c.)’nın imtihan için beyan buyurduğu emir ve nehiylerin tamamına teklif denilir ve fıkhın konusu, insanın bu tekliflere muhatap olarak (mükellef) ortaya çıkan fiilidir. İnsanın lehindeki ve aleyhindeki bütün haklarını delillere dayanarak çıkarmak fukahanın görevidir.

Din hususunda Resulullah (s.a.s.)’dan başka kimseye ilmi bir delile dayanmadan dinde söz söyleme hakkı tanınmamıştır. İlmi bir delile dayanmadan kasıt edille-i şer’iyye, yani dört delildir. Bunlar, Kitap, Sünnet, icma ve kıyastır.

İmam-ı Mâlik hazretleri buyuruyor ki:
“Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar, Zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan Bidat sahibi yani sapık olur. Her ikisini edinen, hakikate varır.”

Fıkıh iliminin ‘F’ si bilmeyen gençleri tasavvuf erbabı diye şartlandırırsanız, onlar istidraca düşerken keramet ehli olduklarını zannederler. Baktılar kendilerinde bir şey yok, başlarındaki idarecileri uçururlar. Şeyh uçmaz müridi uçurur noktası tamda budur.

Bir kimseye bağlanan ve inananlar, onu olduğundan daha üstün görürler. Onda olağanüstü değerler bulunduğuna inanır ve buna başkalarını da inandırmak isterler. İşte maalesef dini cemaatlerin bir kısmı bu durumdadır.

Bedreddin-i Serhendi hazretleri buyuruyor ki:

İmam-ı Rabbani hazretlerinden Buhari, Mişkat, Hidaye, Şerh-i Mevakıf kitaplarını okudum. Gençleri ilim öğrenmeye teşvik eder, Önce ilim, sonra tasavvuf buyururdu. Benim ilimden kaçındığımı, tasavvuftan zevk aldığımı görünce, hâlime merhamet ederek, (Kitap oku, ilim öğren, cahil sofu, şeytanın maskarası olur, rütbetül-ilmi aler rüteb yani, rütbelerin en üstünü, ilim rütbesidir) buyurdu.

Hadis-i Seriflerde,
“Allah, iyilik etmek istediği kulunu fakih yapar.” (Buhârî)

“Her şeyin dayandığı direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh ilmidir.” (Beyheki)

Bir hadis-i şerifte de,
“Dini aklıyla ölçen kadar zararlı kimse yoktur” buyurulmaktadır. (Taberânî)

Fıkıh ilmi!
İnsanın dünya ve ahiret saadetine ulaşmasını amaçlar.

– İnsanın yaratıcısına, kendisine ve diğer insanlara karşı hak ve mesuliyetlerini öğretir.

– Adaletli, huzurlu ve istikrarlı bir cemiyet oluşmasını sağlar.

– İnsanlar arası ilişkileri yaratılışta eşitlik ve inançta kardeşlik esasına dayandırır.

– Bu ilim sayesinde insanlar, Allahu teâlâya karşı kulluk görevlerini ihlaslı bir şekilde yerine getirirler. İbadetlerini doğru ve eksiksiz yaparlar. Örneğin, namazın farzlarını, vaciplerini ve namazı bozan durumları fıkıh sayesinde öğrenirler.

Hülasa!
Fıkıh bilmeyen dünya ve ahiret hüsrandadır.

Selam ve dua ile
Carrara/ İtalya

Adnan Bayraktar

“VUSÛLSÜZLÜK, USÛLSÜZLÜKTENDİR!”

Her zaman “ilim” vurgusu daha husûsî olarak da “usûl ilimleri” vurgusu yapıyoruz. Bu, lüzumsuz bir hassasiyet değildir. İlim ve usûl, dinî nassları/metinleri tutarlı bir şekilde anlayabilmek, yorumlayabilmek ve bunlara dayalı bir dünya görüşü ortaya koyabilmek için vazgeçilmezdir.

“Usûl”den ayrılmak ya da takip edilecek tutarlı bir “usûl” ortaya koyamamak, çok yüksek ihtimalle Kur’ân ve sünnetin yanlış anlaşılması ve değerlendirilmesi neticesini verecektir.

Bugün mezhep imamlarımız olarak yâd ettiğimiz âlimlerin en önemli özellikleri de Kur’ân ve hadislerin nasıl anlaşılmaları gerektiği noktasında birer “usûl” ortaya koymuş olmalarıdır.

Usûlü terk etmenin sebep olacağı yanlışlıkları göstermek açısından aşağıda bir sohbet metnine ait bazı fotoğraflar paylaştık.

Hemen belirtelim ki bu yazının amacı kimseyi karalamak, kimseye hakaret etmek, kimseyi küçük düşürmek, kimsenin hâtırasını zedelemek değildir. Böyle bir uyarı yapmamızın sebebi ise muhtemelen bazı kimselerin bize bu şekilde bir isnadda bulunacaklarını geçmiş tecrübemizden dolayı biliyor olmamızdır.

Bu yazının amacı kimsenin hatasız ve masum olmadığını, herkesin yanlışlar yapabileceğini, dolayısıyla kimseye olağanüstü güçler ve lâhûtî bilgiler atfetmenin doğru olmadığını göstermek ve bunun yanı sıra “usûl”ü terk etmenin sebep olacağı yanlışların boyutuna işaret etmektir. Zira çevremizde maalesef sevgi ve muhabbet beslediği ya da bağlı olduğu kişilere onlarda olmayan bazı özellikleri yükleyerek itidali muhafaza edemeyen ve ifrâta düşen kişi sayısı oldukça fazladır.

Metin, 03.03.2013 tarihinde merhum Arif Ahmet Denizolgun’un yapmış olduğu bir konuşmaya aittir. Konuşma metninde şu söz İmam Müslim’in Sahîh’i kaynak gösterilerek hadis diye nakledilmiştir:

إنَّ هذا العِلْمَ دينٌ فانْظُرُوا عمَّنْ تَأْخُذُونَ دِينَكُمْ

“Muhakkak şu ilim dîninizdir. Onu kimden aldığınıza dikkat edin.”

Konuşmanın devamında rivâyette kastedilen ilimlerin şer’î ilimler olduğundan bahsediliyor. Şer’î ilimler denince akla gelen ilim dalları ise tefsîr, hadîs, kelâm, fıkıh, ahlâk/tasavvuf gibi ilimlerdir.

Öncelikle belirtmemiz gerekmektedir ki “hadis usûlü ilmi” açısından bir rivâyetin kime ait olduğu, senedin kendisinde son bulduğu râvîye bakılarak tespit edilir. Aşağıdaki son fotoğrafta görüleceği üzere konuşma metninde kaynak olan gösterilen Sahîh-i Müslim’de ilgili hadisin senedi Muhammed b. Sîrîn’de sona ermektedir. Dolayısıyla konuşmada Hz. Peygamberimiz’e (s.a.s.) ait olduğu, yani hadis-i şerîf olduğu söylenen söz aslında Tâbîîn’in büyüklerinden Muhammed b. Sîrîn’e aittir. Hz. Peygamberimiz’e (s.a.s.) ait değildir.

O halde burada büyük bir yanlış söz konusudur. Zira hakikatte Hz. Peygamberimiz’e (s.a.s.) ait olmayan bir sözün ona nispet edilmesi herkesin bildiği üzere büyük bir hatadır, öyle ki kasten yapılması durumunda cehennem tehdidi vardır. Mezhep imamımız Ebû Hanife’nin (r.a.) de ifade ettiği üzere Hz. Peygamberimiz’in (s.a.s.) sözü ve bağlayıcılık değeri başka, Sahâbe’ninki (r.a.) başka, Tâbiîn’inki (r.a.) başkadır.

Elbette bir sözün Hz. Peygamberimiz’e (s.a.s.) ait olmadığı halde ona kasten nispet edilmesi ile bilmeyerek ya da yanlışlıkla nispet edilmesi aynı seviyede kabul edilemez. Fakat bulunduğu konum itibarı ile merhum Arif Ahmet Denizolgun’un bu büyüklükte bir hata yapması ya da sözün gerçek sahibini bilmiyor olması da küçük görülecek bir şey değildir.

Öte yandan kasten yaptığına asla ihtimal vermememize rağmen kendisi sürekli başka toplulukları ve başka kurum ve kuruluşlarda ilim öğrenmeye çalışanları ya da diyanet gibi devlet kurumlarını küçümseyen ifadeler kullanırken merhum Arif Ahmet Denizolgun’un bu şekilde bir hataya imza atması da kabul edilemez bir durumdur.

Bu yazıyı yazmamıza sebep olan sâik ise geçtiğimiz günlerde konuştuğumuz bir arkadaşımızın merhum Arif Ahmet Denizolgun’un hata yapmayacağını, onun mükemmel bir ilme sahip olduğunu, bütün ilimleri en üst seviyede bildiğini vs. ihtivâ eden cümleler sarf etmesi, bizim de buna itiraz etmemiz, doğal ve kaçınılmaz olarak akabinde de sapık ve yoldan çıkmış olmakla suçlanmamızdır.

Öte yandan Muhammed b. Sîrîn’in bu sözüyle kastettiği ilimler, konuşmada bahsedildiği gibi şer’î ilimler değildir. O, bu sözüyle hadisleri aldığınız kişilerin, yani size aktaran râvîlerin durumlarına ve güvenilir olup olmadıklarına dikkat ediniz demektedir. Zira onun vefat ettiği tarih olan h. 110 senesinde henüz bahsi geçen ilimler birer ilim dalı olarak teşekkül etmemişlerdi. Mesela fıkıh ilminin vâzı’ı olarak kabul edilen İmam Ebû Hanîfe (r.a.) h. 150 senesinde vefat etmiştir. O halde İbn Sîrîn’in bu sözüyle henüz kendi döneminde teşekkül etmemiş ilimleri kastetmiş olması imkansızdır. Dolayısıyla sözün isnadında yanlışlık bulunduğu gibi sözün yorumunda da yanlışlık bulunmaktadır.

Benzer şekilde konuşma metninde de görüldüğü üzere takvim yapraklarında bulunan hadisler içerisinde ne yazık ki hadis alanında ihtisâs sahibi insan yetiştiril(e)memesinden kaynaklı çok sayıda sahih olmayan/şiddetli zayıf hadisler bulunmaktadır.

Münferit bir hatayı neden bu kadar büyüttüğümüz sorulabilir. Fakat ne yazık ki hata münferit değildir ve diğer konuşma metinlerinde de benzer büyüklükte hatalar çokça bulunmaktadır.

Derdimiz kesinlikle bütün bunların ortaya dökülmesi vs. değildir. Derdimiz kimseye hatasızlık, yanılmazlık, masumluk, her şeyi ve her ilmi bilirlik gibi niteliklerin isnad edilmemesi ve bununla ehl-i sünnet çizgisinden uzaklaşılmamasıdır.

Bağlı kalınması gereken şey şahıslar değil, ilkeler ve prensipler yani “usûl”dür…

Ve’s-selâm…

Tunahan Erdoğan