CEMÂATİN BUGÜNKÜ YAPISINDAN “ÂLİM” ÇIKAR MI?

Başlangıçtan beri cemâatin en temel iddialarından birisi “hoca/âlim” yetiştirme iddiasıdır. Cemâati yakından tanıyan herkesin çok iyi bildiği bu hususun hangi oranda gerçekleştirilebildiği ise tartışmalıdır. Bu soruya verilecek cevap da aslında “âlim/hoca”dan ne kast edildiği ile doğrudan ilgilidir.

Eğer “âlim/hoca” ile kastedilen, cemâatin yurtlarında temel dînî bilgileri çocuklara öğretecek ve müfredâttaki ders kitaplarını okutabilecek kadar bilgili personel yetiştirmek ise bu hedefin büyük oranda gerçekleştirildiğini söylemek mümkündür.

Fakat “âlim/hoca” yetiştirmek ile kastedilen, Temel İslâm Bilimleri (tefsîr, hadîs, kelâm, fıkıh, tasavvuf, mezhepler tarihi vb.) alanında ihtisâs sahibi insan yetiştirmek ise bu şekilde bir hedefin gerçekleştirilebildiğini söylemek mümkün değildir. Zira cemâatin bir asra yakın geçmişinde bahsi geçen alanlarda yetişmiş ve ümmete mal olmuş tek bir isim göstermek mümkün değildir.

Esâsen cemâatin şu anda ve yakın geçmişte böyle bir gâyeye sahip olduğunu söylemek de mümkün değildir. Çünkü mevcut program ve uygulanışı, bu şekilde bir gâyeye sahip olunmadığını açık bir şekilde göstermektedir.

Oysa cemâatin kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin “Neden kitap yazmadınız?” sorusuna cevâben söylediği şu sözleri, kuruluş aşamasında bu şekilde bir gâyenin varlığını ispatlamaktadır:

“Selefin mum ışığında yazdığı paha biçilmez hazine misali eserlerin toprağa gömülerek çürüdüğünü, bakkallara satılarak çöplüklerde çiğnendiğini, bir kısmının da kütüphane raflarında tozlanmış ve çürümeye terk edilmiş olduğunu gördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, din ilimleri yok olmaya yüz tutmuş olan bir zamanda, kitap yazmaktansa, yazılan ilmî eserleri anlayarak anlatacak ve ilmi satırdan sadra intikal ettirip yaşatacak talebe, yani canlı kitap yetiştirmeyi daha lüzumlu buldum.”

Buna göre o, o günkü şartlar içerisinde kitap yazmaktansa geçmişte âlimler tarafından yazılan eserleri okuyup anlatacak “âlim/hoca” yetiştirmeyi daha zarûrî ve hayâtî görmüştür.

Bu sözler, kitap yazılmaması gerektiği anlamını da içermemektedir. Tam tersine ilmî eserleri okuyup okutacak ve onların üzerine bir şeyler ekleyecek nesil yetiştirme ihtiyaç ve hasretini ifade etmektedir.

Nasıl olduysa onun ortaya koyduğu bu ulvî gâye, zaman içerisinde yalnızca yurda personel olabilecek kadar ilim seviyesine sahip insan yetiştirmeye indirgenmiştir. Tabiri caizse kemmiyyet/sayısal çokluk, keyfiyyetin/vasıflı ve liyâkatli olmanın önüne geçirilmiştir.

Bunun sebepleri ve sonuçları üzerinde söylenecek çok söz olmasına rağmen şimdilik -çoğu yanlış işlerde olduğu gibi- bunun da arkasında yatan en büyük âmilin, idâreci konumunda bulunanların yanlış uygulamaları olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki ilim ve ders okutmak ile meşgul olan hocaların tamamı, bulundukları bölgenin idarecisinin tasarrufu altındadır. Yanlış bile olsa onun emir ve direktiflerinin dışına çıkamamaktadırlar. En küçük bir itiraz ya da tenkitleri, hocaların şiddetli ve diğerlerine ders olacak şekilde cezalandırılmalarına sebep olmaktadır.

Sayıca zaten çok az olan ilme, okumaya, araştırmaya, incelemeye, kitaplara vs. düşkün hocalar inşâatlara ve pasif görevlere verilmektedir. Âdetâ gizli bir el, cemâatte zaten cılız ve bireysel gayretlere bağlı olan ilim merakını ve meraklılarını cezalandırmaktadır. Daha da kötüsü, bu şekilde bir merak ve çaba “hizmet” olarak değerlendirilmemektedir.

Dahası mevcut müfredât bugünün şartlarında “âlim/hoca” yetiştirmek için yeterli değildir. Çünkü tefsir ve hadis gibi dinin en önemli iki kaynağına ait metinlere yönelik dersler müfredâtta yer almamaktadır. Celâleyn ve Beydâvî tefsîrleri gibi hacim bakımından oldukça küçük tefsîr eserlerini ya da Buhârî ve Müslim gibi en sahih kabul edilen iki hadis kitabını okuyan hoca sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır.

Aynı şekilde bu iki ilmin usûlüne (ulûmü’l-Kur’ân, tefsîr usûlü, ulûmü’l-hadîs, hadis usûlü) ait kitaplar da müfredâtta bulunmamaktadır. İlimlerin târihine ve tarihsel gelişimlerine yönelik herhangi bir ders de okutulmamaktadır. Hâlbuki bunlar olmadan istenen ilmî seviyenin elde edilmesi mümkün değildir.

Kaldı ki günümüz şartlarında klasiklerin yanı sıra din bilimlerine yönelik modern bilim dallarının da bilinmesi ve öğretilmesi gerekmektedir.

Netice itibarı ile bugünkü müfredât ve şartlar içerisinde ümmetin ihtiyaç duyduğu seviyede “âlim/hoca” yetiştirilmesi mümkün değildir.

Bugüne kadar yapılan iyi ve güzel işleri takdir etmenin yanı sıra bütün bunlar, yanlışları görmemize ve bunları tenkit edip îkâz ve ıslâh etmeye çalışmamıza engel olmamalıdır. Zira emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker vazifesi bunu gerektirir.

“Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!” (N.F.K.)

“(Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”

Zümer, 9. Ayet-i Kerime

Tunahan Erdoğan

CEMAAT RUHUNU ÖLDÜRMEYİN EFENDİLER..!

Cemaatler gönüllü teşekküllerdir.

Bu mahiyetleri itibariyle benimsedikleri yöntem ve usullerin de “gönüllülük” esasına dayanması icap eder.

Zira cemaat adını verdiğimiz yapılar, herhangi bir mecburiyet olmadan sırf Allah rızası için bir araya gelen insanlardan müteşekkil topluluklardır.

O sebeple cemaatlerde kemiyetten ziyade bu keyfiyetin muhafazası çok daha mühim bir meseledir.

Elinizin altındaki insanlara “Şu kadar kurban, şu kadar takvim, bu kadar umre yazdım” diyerek şirketlerinizin kârını katlayabilirsiniz.

Hatta bununla iftihar da edebilirsiniz.

Fakat cemaat ruhunu öldürdüğünüzde yaptığınız işin bir değeri kalmış olmaz.

Samimiyetle İslam’a hizmet gayretinde olan cemaatlere diyoruz ki…

– Lütfen ticaretten uzak durun.

Ticarete bulaştığınız vakit, tüccar zihniyetiyle hareket etmeniz icap eder. Yoksa batarsınız..

Hâlbuki cemaatten maksat, para kazanmak, şirketler kurmak ve cemaat mensuplarını bu şirketlerin “tabii müşterileri” haline getirmek değil ki…

Bakınız çok mühim bir şeyden bahsediyorum.

Size Allah rızası için gelmiş insanları ticari gayelere alet etmek ağır vebaldir.

Ne olur bunu yapmayın, holding mantığıyla hareket ederek cemaat ruhunu öldürmeyin!.

– Tasavvuftaki itaat kültürünü dünyevî gayeler için kullanmayın.

Cemaatten maksat Allah rızasıdır, vasıtaları asla bu maksadın önüne geçirmeyin!.

– Rasülullah’ın “Ümmetin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir” buyruğunu göz ardı ederek, kendinizi ümmetten tecrit etmeyin.

Unutmayın cemaat ümmetten bir cüz’dür, ümmet varsa cemaat vardır.

Karakollara düşmek pahasına Cezayir zulmünü kürsüden kınayıp ‘Kardeşlerimiz için dua edelim’ diyen Allah dostlarının yolundan gidenler ümmet şuuru noktasında herkesten çok daha hassas olmalıdırlar!.

– Başınızdaki zâtları sevin, sayın.

Fakat asla şahısperestlik yapmayın.

“Hata edersen seni kılıcımızla düzeltiriz ey emirel mü’minin!” düstûrunu hatırınızdan çıkarmayın!.

– Siyasetten uzak durun.

İlla siyasete meraklıysanız parti kurup boyunuzun ölçüsünü alın.

Ama bunu göze alamıyorsanız hiç o tahtaya basmayın!.

Evet, dini yapıları içeriden çürüten bu illetleri siz daha da artırabilirsiniz.

Eğer bu dostane uyarılara kulak vermez de bildiğinizi okumaya devam ederseniz, yarın ahirette Allah dostlarının iki elinin yakanızda olacağını unutmayın.

Faruk Türk

NASIL İTAAT

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَاُو۬لِي الْاَمْرِ مِنْكُمْۚ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ ف۪ي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّٰهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ ذٰلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَأْو۪يلاً۟

Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ülü’l-emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah’a ve peygambere götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir.(Nisa, 59)

Bu.ayet-i Kerimenin tefsirlerine bir bakalım.

Beyzavi’ye (685/1286) göre ulu’l‐emr Hz. Peygamber döneminde ve ondan sonra müslümanları yöneten emirlerdir; halife, kadı ve komutanlar da bu kapsamdadır; bir önceki ayette adaletle hükmetmek emrolunduktan sonra bu ayette yöneticilere itaat emredilmiş ve böylece adaletle yönetmeleri şartıyla onlara itaat etmenin vacip olduğu belirtilmiştir. Nesefi de bu görüşü tercih etmiştir. (Nesefi, Tefsir, I, 367, 368.) Hemen bütün müfessirler bu bağlamda “İtaat marufadır” (Buhari, Megazi 59; Müslim, İmaret 31. ) ve “Allah’a isyanda kula itaat yoktur”( Ahmed b. Hanbel (241/855), Müsned, nşr. Şuayb el‐Arnaut ve diğerleri (Beyrut: Müessesetü’r‐Risale, 1421/2001), VI, 432. ) hadislerini zikretmiş ve Allah’a isyan etmeyi emreden hiç bir yöneticinin emrine itaat edilmeyeceğini ifade etmişlerdir. (Kesir, Tefsir, II, 345.)

Zeccac (311/923) bu farklı kavilleri şöyle uzlaştırmıştır: “Ulu’l‐emr ashab‐ı kiram ve onların yolundan giden âlimlerdir; yöneticiler de ilim ve din ehli olup âlimlerin sözlerine uyarlarsa onlara itaat etmek farz olur; dolayısıyla ulu’l‐emr müslümanların dinleriyle ilgili işlerinde ve dinî durumlarını iyiliğe götüren her konuda söz sahibi olan insanlardır”.

(Ebu İshak İbrahim b. es‐Seriyy ez‐Zeccac, Meani’l‐Kur’an ve i’rabuh, nşr. Abdülhâlim Abduh Şelebi (Beyrut: Âlemü’l‐Kütüb, 1408/1988), II, 67.)

İmam Matüridi ulu’l‐emr kavramının hem yöneticileri hem de âlimleri kapsayabileceğini, halkın yöneticilerin kararlarına ve âlimlerin fetvalarına uyması gerektiğini ifade etmiştir.

(Matüridi, Te’vilatü’l‐Kur’an, III, 227‐228.)

Biz emirimize itaat ettik demekle mesuliyetden kurtulmak mümkün mü?

Ahirette cehenneme gönderilecek olan zalim, hain ve kafir halk idarecilerini, emirlerde de onları suçlayıp birbirlerini lanetleyeceklerdir. (bk. A’raf, 39; Şuara, 99)

وَقَالُوا رَبَّنَٓا اِنَّٓا اَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَٓاءَنَا فَاَضَلُّونَا السَّب۪يلَا

Ve demiş olacaklardır ki: “Yarabbi! Muhakkak biz reislerimize, idarecilerimize ve büyüklerimize itaat ettik. Artık onlar da bizi doğru yoldan sapıttılar.”(Ahzab, 67)

Yukarıda özet olarak anlatıldığı durum üzere itaat ettim kurtuldum mantığı ehli sünnet şiarına birebir terstir. Kıyamet günü bizi doğru yoldan saptırdılardan önce; bu dünyada aklımızı başıma devşirerek tefekkür edelim..

Adnan Bayraktar

CEMÂATİN BUGÜNKÜ YAPISINDAN “ÂLİM” ÇIKAR MI? SUALİ ÜZERİNE BİR MÜTALAA

Tunahan Erdoğan Hocam geçen günkü yazısında “Cemaatin bugünkü yapısından alim çıkar mı?” diye sormuştu.
Hal-i hazırda takip edilen program ve müfredatla “Evet, bu program ve müfredattan alim çıkmaz” diyebiliriz.
Ancak; bu hiç çıkmayacağı anlamına da gelmez. Hoca Nasreddin merhumun da dediği gibi, Un var, Yağ var, Şeker de var, o halde niye “Helva” yapılmasın, niye “Alim”ler çıkarılamasın?
Cemaatin bugünkü yapısına baktığımızda “Alim” çıkarabilmek için hakikaten de çok geniş imkanlar mevcut.
“Eleman” mı diyorsunuz, mevcut; “mekan” mı diyorsunuz, mevcut; “imkan” mı diyorsunuz, mevcut….
O halde geriye bu imkanları terkip ederek “Helva” yapmak kalıyor.
Bu yazıda acizane sizlere kendi “helva” tarifimi sunmak istiyorum. İstiyorum ki; bu sayfayı sessiz sedasız takip eden Cemaatin alt, orta, üst kademedeki gönül vermişlerine bir fikir olur ve eldeki bunca imkanlarla geç de olsa bir “Helva” yapma girişiminde bulunurlar.
Tabiki de kendilerinden yazdığım bu fikirlerin aynen tatbikini beklemiyorum, ancak yılda bir iki kez bir araya gelen “İrşadi Komisyon” toplantılarında bir başlık, Talebeler arasında yapılan “Proje Yarışmaları” kapsamında bir yarışmanın konusu “Nasıl alim yetiştirebiliriz?” “Nasıl bir Tekamül?” olur da bunu dert edinenler tarafından çok daha güzel fikirler ortaya çıkar ve uygulanma imkanı doğar.
1- Öncelikle İbtidai, İhzari, Tekamül Altı ve Tekamül müfredatı baştan sona gözden geçirilmelidir. Bugün “Arapça okutuyoruz” diye övünülen kitapların çoğu (Emsile, Bina, Maksut, Avamil, İzhar, Kafiye, Molla Cami…) Gramer kitaplarıdır. Tekamül altı seviyesine gelen bir talebeye “Molla Cami” gibi halen Gramer kitabı okutmak zaman kaybıdır. Bu seviyeye gelen bir talebenin “Gramer” diye bir derdi olmaması lazımdır. Üstelik “Molla Cami” kitabı “Kafiye” kitabının şerhi niteliğindedir, aynı kitabı 2 defa okutmak vakti israf etmek demektir.
Bu maddeye “Bu müfredat Efendi Hazretlerinin müfredatıdır, değiştirilemez” diye itirazlar gelebilir. Ancak yaşadığımız devir Efendi hazretlerinin yaşadığı devir ile bir değildir. O dönemin şartları, sıkıntıları ile bu dönemin şartları, sıkıntıları bir değildir. Ezmanın değişmesi ile ahkam da değişmiştir, değişmesi gerekir.
2- “Kur’an hizmetini en güzel yapan Cemaat” olmakla övünmek güzel şey, ancak Kur’an hizmetinden anlaşılan şey nedir? Kur’an-ı Kerim’i öğretmekse tamam, doğrudur. Ancak bugün baktığımızda Tekamül bitiren bir talebe onca yıllık talebelik hayatına rağmen, bırakın bir tefsir kitabını, Kur’an-ı Kerim’in mealini baştan sona okumamış ise takkeyi öne alıp düşünmek gerekir. (Bu cümlenin sağlamasını yapmak için tanıdığınız Hocaefendilere “Kur’an-ı Kerimin mealini baştan sona okudunuz mu hiç Hocam?” diye sorun bakalım cevap ne olacak.
Bu sebepten, talebelere Emsile, Bina vs. kitaplardan önce evvela Kur’an-ı Kerimin meali ehil hocaefendiler tarafından kısa bir tefsirle izah edilerek okutturulmalıdır.
3- Yine aynı şekilde en az bir Sahih Hadis eseri müfredata dahil edilerek baştan sona okutulmalı, Sünnet’in dindeki yeri, günümüzdeki Hadis üzerine olan tartışmalar anlatılmalıdır.
Şu husus iyi bilinmelidir ki, yetiştirilen talebeler sosyal hayatta “Arapça Gramer” konularından daha çok Kur’an, Tefsir, Hadis, Mezhep, Deizm, Ateizm vs. gibi hususlarla karşılaşmaktadırlar. Gramer eğitimi, evet “Mühim” dir, ancak “Ehemm” değildir. “Ehemm/Mühim sıralamasına göre müfredata çekidüzen verilmelidir.

4- Bugün yine ağzımızdan düşmeyen bir husus “Mezhepler” konusudur. Önümüze çıkana “Mezhepsiz, Vahhabi…” diye yaftalar atmakta çok cömertiz. Cömertiz cömert olmasına da aceba biz ne kadar mezheplerden haberdarız? Eğitim öğretim müfredatımızda Mezhepler, ortaya çıkış süreci, birbiriyle benzerlik ve farklılıkları, bir mezhebe tabi olmanın gerekliliği vs. hakkında neler var? El-Cevap: Sıbyan seviyesinde talim ettirdiğimiz İlmihal’in “Soru-Cevap” kısmındaki bilgilerden fazlası yok. Bu sebepten müfredata bu hususla alakalı eser/dersler de eklenmelidir.
5- Tunahan Hocamın yazısında bahsettiği Hz. Üstazımızın ifadesinde geçen “Selefin mum ışığında yazdığı paha biçilmez hazine misali eserler” sözü çok önemlidir. Tunahan Hocamın da dediği gibi Efendi hazretleri burada “ilmî eserleri okuyup okutacak ve onların üzerine bir şeyler ekleyecek nesil yetiştirme ihtiyaç ve hasretini” ifade etmiştir. Bu aynı zamanda talebelerine bir işaret ve vazifedir. “Evlatlarım, bakın kütüphane raflarında bizden önceki alimlerin yazdığı çok kıymetli eserler vardır, onları ihmal etmeyin” hükmündedir.
Burada sözü “Çamlıca Basım Yayın” a getirmek istiyorum. Bünyesinde yapılan hizmetleri takdir etmemek mümkün değil. Ancak Cemaate ait bu müessesenin “Dini” eserlerden çok “Tarihi” eserlere ağırlık vermesi anlaşılabilir bir durum değildir. Amiyane bir tabir olacak belki ama affınıza sığınarak sorayım; “Çamlıca Kitap’ın bastığı -Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri, Göynük Şer’iye Defteri, 103 Numaralı Mühimme Defteri veya Türkiye-Ukrayna İlişkileri adlı kitaplar günümüz müslümanlarının hangi derdine deva olacaktır? Bu cümleden kesinlikle bu eserlerin basılmasına itiraz ettiğimiz anlaşılmasın, Evet, bu eserlerin basımı da “mühim”dir, ama “EHEMM” değildir.

Zaten (camlicakitap.com) sitesine girdiğinizde de yayınevinin ehemm/mühim sıralamasını görürsünüz. Üst taraftaki “Kitap” başlığına tıkladığınızda altında sırasıyla (1-Tarih, 2-Edebiyat, 3-Eğitim, 4-Arapça Eserler, 5-Dini Kitaplar, 6-Kur’an-ı Kerim, 7,8,9…) alt başlıkları bulunmakta. Sıralamada görüleceği üzere yayınevindekiler için “Tarih”; Kur’an-ı Kerim’den, Arapça eserlerden ve Dini Kitaplardan daha öncelikli bir konuma sahip. Böyle mi olması gerekirdi? Vicdan sahiplerine havale ediyorum bu hususu.

Peki neler yapılabilir? Çamlıca Basım ve Yayın müessesesi nasıl dini yayınlar konusunda etkin hale getirilebilir?

Açıklayalım;

Hal-i hazırda Tekamül okuyan yüzlerce Talebe mevcut. Ve yine Efendi hazretlerinin de ifade ettiği üzere “Yazma Eserler Kurumu” bünyesinde Selefin mum ışığında yazdığı “Dini ilimlerle” alakalı paha biçilmez hazine misali binlerce eser mevcut. Tekamül seviyesine gelen bir talebe bir yazma eseri rahatlıkla tercüme ve transkript edecek niteliktedir. 8 aylık Tekamül eğitiminin başında komisyon tarafından tespit edilecek Yazma Eserler hacimlerine ve konularına göre tek tek veya gruplara dağıtılarak tercüme ve telifleri yapılsa ve Çamlıca Basım Yayın tarafından da basılarak Ümmet-i Muhammedin hizmetine sunulsa başta Allah ve Rasulü, sonrasında Hz. Üstaz memnun olmaz mı?

Un var, Yağ var, Şeker var, Niye “Helva” yapmayalım?

6- Son olarak da sözü fazla uzatmadan şöyle bir düşünceden/projeden bahsetmek istiyorum;

Cemaat bünyesinde binlerce Yurt binası mevcut. Bu binalardan bir tanesi “Tunahan İslami İlimler Akademisi” şeklinde bir Akademiye çevrilse, ve her katı bir İlim dalına tahsis edilse (1. Kat Kur’an-ı Kerim ve Tefsir, 2. Kat Hadis, 3. Kat Kelam, 4. Kat Tasavvuf, 5. Kat Fıkıh, 6. Kat Mezhepler… vs) ve her kat ilgili olduğu alanla ilgili eserlerle donatılsa, Tekamül bitirenler arasında sınav yapılarak burada mütehassıs Hocaefendiler çalışmalar yapsa, ve yetiştirilse, günün belirli saatlerinde her katta alanıyla ilgili halka açık sohbetler yapılsa… Çok güzel olmaz mı? Olmasına mani bir şey var mıdır?

Yazarken bile çok heyecanlandım, gerisini getiremeyeceğim. Umarım siz de okurken heyecanlanmışsınızdır. Hayali bu şekilde heyecan veriyorsa gerçeği nasıl olur varın siz düşünün.

Ümit ediyorum ki halis niyetle burada yazılanlar cemaat bünyesinde ma’kes bulur ve bu yönde çalışmalar yapılır, bu sayede de Cemaat, ümmet nezdinde sahip olduğu o eski itibarını tekrar tesis eder.

Selam ve Dua ile…

Abdülhalim Selim

“VUSÛLSÜZLÜK, USÛLSÜZLÜKTENDİR!”

Her zaman “ilim” vurgusu daha husûsî olarak da “usûl ilimleri” vurgusu yapıyoruz. Bu, lüzumsuz bir hassasiyet değildir. İlim ve usûl, dinî nassları/metinleri tutarlı bir şekilde anlayabilmek, yorumlayabilmek ve bunlara dayalı bir dünya görüşü ortaya koyabilmek için vazgeçilmezdir.

“Usûl”den ayrılmak ya da takip edilecek tutarlı bir “usûl” ortaya koyamamak, çok yüksek ihtimalle Kur’ân ve sünnetin yanlış anlaşılması ve değerlendirilmesi neticesini verecektir.

Bugün mezhep imamlarımız olarak yâd ettiğimiz âlimlerin en önemli özellikleri de Kur’ân ve hadislerin nasıl anlaşılmaları gerektiği noktasında birer “usûl” ortaya koymuş olmalarıdır.

Usûlü terk etmenin sebep olacağı yanlışlıkları göstermek açısından aşağıda bir sohbet metnine ait bazı fotoğraflar paylaştık.

Hemen belirtelim ki bu yazının amacı kimseyi karalamak, kimseye hakaret etmek, kimseyi küçük düşürmek, kimsenin hâtırasını zedelemek değildir. Böyle bir uyarı yapmamızın sebebi ise muhtemelen bazı kimselerin bize bu şekilde bir isnadda bulunacaklarını geçmiş tecrübemizden dolayı biliyor olmamızdır.

Bu yazının amacı kimsenin hatasız ve masum olmadığını, herkesin yanlışlar yapabileceğini, dolayısıyla kimseye olağanüstü güçler ve lâhûtî bilgiler atfetmenin doğru olmadığını göstermek ve bunun yanı sıra “usûl”ü terk etmenin sebep olacağı yanlışların boyutuna işaret etmektir. Zira çevremizde maalesef sevgi ve muhabbet beslediği ya da bağlı olduğu kişilere onlarda olmayan bazı özellikleri yükleyerek itidali muhafaza edemeyen ve ifrâta düşen kişi sayısı oldukça fazladır.

Metin, 03.03.2013 tarihinde merhum Arif Ahmet Denizolgun’un yapmış olduğu bir konuşmaya aittir. Konuşma metninde şu söz İmam Müslim’in Sahîh’i kaynak gösterilerek hadis diye nakledilmiştir:

إنَّ هذا العِلْمَ دينٌ فانْظُرُوا عمَّنْ تَأْخُذُونَ دِينَكُمْ

“Muhakkak şu ilim dîninizdir. Onu kimden aldığınıza dikkat edin.”

Konuşmanın devamında rivâyette kastedilen ilimlerin şer’î ilimler olduğundan bahsediliyor. Şer’î ilimler denince akla gelen ilim dalları ise tefsîr, hadîs, kelâm, fıkıh, ahlâk/tasavvuf gibi ilimlerdir.

Öncelikle belirtmemiz gerekmektedir ki “hadis usûlü ilmi” açısından bir rivâyetin kime ait olduğu, senedin kendisinde son bulduğu râvîye bakılarak tespit edilir. Aşağıdaki son fotoğrafta görüleceği üzere konuşma metninde kaynak olan gösterilen Sahîh-i Müslim’de ilgili hadisin senedi Muhammed b. Sîrîn’de sona ermektedir. Dolayısıyla konuşmada Hz. Peygamberimiz’e (s.a.s.) ait olduğu, yani hadis-i şerîf olduğu söylenen söz aslında Tâbîîn’in büyüklerinden Muhammed b. Sîrîn’e aittir. Hz. Peygamberimiz’e (s.a.s.) ait değildir.

O halde burada büyük bir yanlış söz konusudur. Zira hakikatte Hz. Peygamberimiz’e (s.a.s.) ait olmayan bir sözün ona nispet edilmesi herkesin bildiği üzere büyük bir hatadır, öyle ki kasten yapılması durumunda cehennem tehdidi vardır. Mezhep imamımız Ebû Hanife’nin (r.a.) de ifade ettiği üzere Hz. Peygamberimiz’in (s.a.s.) sözü ve bağlayıcılık değeri başka, Sahâbe’ninki (r.a.) başka, Tâbiîn’inki (r.a.) başkadır.

Elbette bir sözün Hz. Peygamberimiz’e (s.a.s.) ait olmadığı halde ona kasten nispet edilmesi ile bilmeyerek ya da yanlışlıkla nispet edilmesi aynı seviyede kabul edilemez. Fakat bulunduğu konum itibarı ile merhum Arif Ahmet Denizolgun’un bu büyüklükte bir hata yapması ya da sözün gerçek sahibini bilmiyor olması da küçük görülecek bir şey değildir.

Öte yandan kasten yaptığına asla ihtimal vermememize rağmen kendisi sürekli başka toplulukları ve başka kurum ve kuruluşlarda ilim öğrenmeye çalışanları ya da diyanet gibi devlet kurumlarını küçümseyen ifadeler kullanırken merhum Arif Ahmet Denizolgun’un bu şekilde bir hataya imza atması da kabul edilemez bir durumdur.

Bu yazıyı yazmamıza sebep olan sâik ise geçtiğimiz günlerde konuştuğumuz bir arkadaşımızın merhum Arif Ahmet Denizolgun’un hata yapmayacağını, onun mükemmel bir ilme sahip olduğunu, bütün ilimleri en üst seviyede bildiğini vs. ihtivâ eden cümleler sarf etmesi, bizim de buna itiraz etmemiz, doğal ve kaçınılmaz olarak akabinde de sapık ve yoldan çıkmış olmakla suçlanmamızdır.

Öte yandan Muhammed b. Sîrîn’in bu sözüyle kastettiği ilimler, konuşmada bahsedildiği gibi şer’î ilimler değildir. O, bu sözüyle hadisleri aldığınız kişilerin, yani size aktaran râvîlerin durumlarına ve güvenilir olup olmadıklarına dikkat ediniz demektedir. Zira onun vefat ettiği tarih olan h. 110 senesinde henüz bahsi geçen ilimler birer ilim dalı olarak teşekkül etmemişlerdi. Mesela fıkıh ilminin vâzı’ı olarak kabul edilen İmam Ebû Hanîfe (r.a.) h. 150 senesinde vefat etmiştir. O halde İbn Sîrîn’in bu sözüyle henüz kendi döneminde teşekkül etmemiş ilimleri kastetmiş olması imkansızdır. Dolayısıyla sözün isnadında yanlışlık bulunduğu gibi sözün yorumunda da yanlışlık bulunmaktadır.

Benzer şekilde konuşma metninde de görüldüğü üzere takvim yapraklarında bulunan hadisler içerisinde ne yazık ki hadis alanında ihtisâs sahibi insan yetiştiril(e)memesinden kaynaklı çok sayıda sahih olmayan/şiddetli zayıf hadisler bulunmaktadır.

Münferit bir hatayı neden bu kadar büyüttüğümüz sorulabilir. Fakat ne yazık ki hata münferit değildir ve diğer konuşma metinlerinde de benzer büyüklükte hatalar çokça bulunmaktadır.

Derdimiz kesinlikle bütün bunların ortaya dökülmesi vs. değildir. Derdimiz kimseye hatasızlık, yanılmazlık, masumluk, her şeyi ve her ilmi bilirlik gibi niteliklerin isnad edilmemesi ve bununla ehl-i sünnet çizgisinden uzaklaşılmamasıdır.

Bağlı kalınması gereken şey şahıslar değil, ilkeler ve prensipler yani “usûl”dür…

Ve’s-selâm…

Tunahan Erdoğan

TASAVVUF

Şeriat ilahi nizamdır. Tasavvuf bu ilahi nizamı hakkıyla yaşama yoludur. Tarikat ve tasavvuf sizin daha iyi ibadet etmenize vesile olmuyor, haram ve helal dairesini en güzel şekilde ortaya koydurmuyorsa orada tasavvuf ve tarikatden bahsetmek abesle iştigaldir.

Tasavvuf,
Allahü teâlâyı, görür gibi ibadet etmektir. Hadis-i şerifde buyuruldu ki:
“Allahü teâlâyı görür gibi ibadet et! Sen Onu görmüyorsan da, O seni görüyor”. (Buhari)

Cüneyd-i Bağdadi:
Tasavvuf Hakkın sendeki seni öldürmesi ve kendisiyle yaşatmasıdır. Yani insanın nefsini yok etmesi ve yalnız Hakk’ın irade ve ihtiyarıyla hareket etmesidir.

Ma`ruf Kerhi de şöyle der: Tasavvuf, hakikatleri almak ve yaratılmışların elinde her ne varsa hepsinden ümidi kesmektir.

Yunus Emre’nin, (Şeriat, tarikat yoldur varana, hakikat, marifet andan içeru) sözü meseleyi ne kadar güzel anlatır.

Tasavvuf; kemale ermek için ruhu, ibadet, zikir ve fikir gibi şeylerle terbiye ettirip nefsi kalb hastalıklarından tezkiye etme yolunu gösteren ilimdir. Konusu, zikir, fikir, ahlak, riya, muhabbet, buğz, tevazu ve kibir, hırs, mürakabe, mücahede ve tevekkül gibi şeylerdir.

Fıkhı ve ilmihali bilmeden tasavvuf erbabı olduğununu zaneden cahillerden çekiyoruz ne çekiyorsak.

Fıkıh ilimini bilmeyen gençleri tasavvuf erbabı diye şartlandırırsanız, onlar sapıtarak keramet ehli olduklarını zannederler. Baktılar kendilerinde bir şey yok, başlarındaki idarecileri uçururlar. Şeyh uçmaz müridi uçurur noktası tamda budur.

Bir kimseye bağlanan ve inananlar, onu olduğundan daha üstün görürler. Onda olağanüstü değerler bulunduğuna inanır ve buna başkalarını da inandırmak isterler.
Bu ne tasavvuf nede tarikattır. Olsa olsa şeytanın maskaralığından baska bir şey değildir.

Selam ve dua ile


Adnan Bayraktar