HAKPERESTLİK ve AİDİYETLERİMİZ

İnsan olarak herhangi bir sosyal grupla irtibatımızın veya daha hususi manasıyla o sosyal gruba intisâbımızın temelinde söz konusu teşekkülün hak oluşu, hakkın hizmetkârı, dava edicisi ya da sözcüsü oluşu, haktan yana oluşu vardır. Ferdin şuuru, farkındalığı ve bağlılık hissinin derecesiyle merkezden muhîte doğru ifade etmeye çalıştığım bu sâikler elbette hayatîdir. Hususiyle manevi arka planı olan aidiyetlerimizde iş bu “Hakk” olma vasfı mevzunun en mühim noktasını teşkil eder. Zîra, bu husus ebediyyete müteallik netîceler tevlîd eder (meydana getirir).

Hak din, Hak Mezhep, Hak Yol terkiplerinde ifadesini bulan bu ‘hakikate tekâbül etme’ ya da en azından ondan bir cüz olma durumu min vechin ittifaklarımızın, min vechin ihtilaflarımızın sebeb-i vücûdudur. Yahut ferdin telakki tarzına göre cem edici de olabilir, tefrik edici de. Kadîm bir problemdir. Halli ise pek müşkil.

Avâmın âidiyetleri hakkındaki mutlaklaştırıcı bakış açısı esasında fıtrîdir ve dolayısıyla normaldir. Hatta belki de istifadesi için faydalı ve daha da ötesi zaruridir. Sosyal grubun en geniş alt katmanını teşkil eden bu kalabalık grubun tamamının şüpheci ya da sorgulayıcı bir tarzla hep tahkike yönelmesini beklemek, ısrarla taklidi terke yönlendirmeye çalışmak belki onun taşıyamayacağı sıkletleri sırtına yüklemeye çalışmak olarak değerlendirilebilir. Bunun da o grubun dağılmasına ve cemaatin tükenmesine müncer olacağı az çok psikoloji ve sosyolojiden anlayan insanların tahmin ve takdir edebileceği bir akibettir.

Bu nedenle bir sosyal yapının ilmiye zümresi ve teorisyenleri ile taklid ehli müntesipleri arasındaki ifade/ istifade münasebetinin bu sosyolojik gerçeğe göre inşa edilmesi gerekliliği asla göz ardı edilmemelidir. Yani bu diyalogda muhatap, bilgi eksikliği olan ve takıldığı her hangi bir meselede istifsarda bulunan (soru soran) mukallit biri bile olsa aslî gayenin hak üzere müstakîm olarak devam etmek olduğu asla unutulmamalı, bu istikameti sarsacak fazla ve lüzumsuz izah ve talimden hazer edilmelidir (sakınılmalıdır). Kısaca ilaç hastalığın şiddetiyle mütenasip olarak uygulanmalı ve fazla dozdan kaçınılmalıdır.

Meselenin bu kısmında esasen anlaşılmayacak, beyâna muhtaç bir yön bulunduğunu düşünmüyorum. İzaha çalıştığım bu duruşun, ilmî merkezler ve tâbî konumdaki avâm muhitler itibariyle, ayrıca bilgi kaynakları açısından bundan 15-20 yıl evveline kadar ferdî/ictimâî hayata uygunluğundan da asla şüphe duymuyorum. Fakat benim asıl maksadım ve bu yazıyı kaleme alış gayem şu ki; modern insan ya da moderniteden etkilenmiş müslüman fert, gerek her türlü bilgiye ulaşmadaki hızı sebebiyle, gerekse aldığı eğitimin her kademesinde hiç de hak etmediği halde şişirilen egosu sebebiyle hiçbir alanda avâm olduğunu kabul etmemektedir. Başka bir ifadeyle mâlûmâtfuruşluk ile ehl-i ilim olmanın farkını anlayamayan ve ihtisas seviyesiyle genel kültür düzeyi arasında fark görmeyen bu arızalı telakki modern dönemde eğitim ve kültür seviyesi katmanları arasındaki ton farkını flulaştırmıştır. Hakiki ilim ehli, herkesi her meseleyi idrakte istidâtlı görmek ile herkesi her meselede anlama kabiliyeti yetersiz olarak görmek arasında bocalamaya ve mevzuları izaha nereden başlayacağı hususunda karasızlık yaşamaya başlamıştır. Ama vaziyet bununla da kalmamış yani sadece mesâil-i ilmiye (ilmî meseleler) avâma inmemiş, fakültelerdeki meddahlığa endeksli hoca-asistan münâsebetleri avâm seviyedeki nice insanın hakiki bir liyâkat ve kifâyet elde etmeksizin üniversite kürsülerini işgal etmesiyle iş iyice çığırından çıkmıştır. Yüksek öğretim kurumlarında torpile, müdâheneye, yağcılığa dayalı seviyesiz ilişkilerle akademik kariyer elde etmiş böyle öğretim üyesi taslaklarının meseleleri edebiyatla süsleyen indirgemeci ve sloganik üslûbu avâm üzerinde dehşetli bir tesir icrâ etmiştir. Zira bu insanlar takipçilerini “öyle çok ihtisasa lüzum yok, siz de her meselede müstakil kanaat sahibi olabilir hatta içtihad edebilirsiniz” cümleleriyle okşayıp cesaretlendirerek ilmin mümtâziyetini ve saygınlığını zedelemişlerdir. Ancak ulemâ arasında medâr-ı müzâkere olabilecek çok dakîk ve nazik meselelerin televizyon ekranlarında tartışılır hale gelmesi, hakkı arama gayesi olmayan ve kendi kanaatine mutaassıbâne sarılmış, şahsî reklamının ve şöhretinin derdine düşmüş kişilerin sadece birbirini açığa düşürmek kastıyla münazarada bulunmaları, bu programları izleyen binlerce insanın akidevî, amelî ve ahlakî savrulmalar yaşamasına sebep olmuştur.

Artık bu insanlar, kulaktan dolma bilgilerini o derece sarsılmaz ilmî veri olarak telakkî etmekteler ki en hassas meselelerde “bence” ile başlayan kanaat cümleleri kurmakta hiçbir beis görmemekteler. Yani cehl-i basitler ahir zamanda cehl-i mürekkebe intikal etmiştir.

Cehalaleti mürekkep olanın hakikat anlayışı ise kendi mezhep ve meşrebini “hak” olmaktan “yegane hak” olmaya yükseltmiştir. Bunun dolaylı neticesi ise kişinin o mezhep ve meşrepten olmayan herkesi batıl ehli görmesi ve ötekileştirmesi olmuştur. Artık yukarıda bahsettiğimiz izafetler birer iftirak tohumuna dönüşerek müşterek büyük aidiyeti zaafa uğratmaktadır. İlimsizlik bozuk kafalarda iman/küfür sınırı bırakmamış, tekfir okları pervasızca fırlatılır olmuştur. Cehaletle iyice şişen taassup, mezhep ve cemaat farklılıklarını mümin/kafir ayrımı olarak telakki etmeye sürüklemiştir.

İşte tam da böyle bir vasatta müstakîm ve ihlaslı ilim ehli indirgemeci olmadan, hakkı batıla bulamadan insanlara hakikati anlatabilmenin başka usullerini de keşfetmeli, hatta îcâd etmeli, “Hak buradadır” demekle “bura da Hak’dır” demek arasındaki farkı avâma da anlatabilmelilerdir.

Yani ilim ehli artık ”müntesiplerimiz, muhibbânımız böyle telakkî etse de olur, onların istifadesi bu şekildedir” demek lüksüne sahip değildir. Zira bu durum Mutlak Hakikat olan dinî müşterekliğimize zarar verir hale gelmektedir. Yanlış-eksik bilginin, yanlı-hatalı yorumun, meyânından koparılmış aktarımların teknolojinin yeni icatlarıyla süratle tedâvül ettiği, uhrevî mes’ûliyet hissi taşımayan hevâsına râm olmuş sahte hocaların kanal kanal dolaşıp zehir saçtığı modern zamanlarda avâmın hurâfe ve taassubunu âidiyetlerimizin hayat kaynağı haline getirmemeliyiz. İhtisas sahibi alimler kılı kırk yararcasına bir dikkat ve itinâ ile “Hakka nisbeti bulunmakla”, “ yegane Hak olmanın” farkını tüm tâbîlere anlatmalı, ilmin mehâbetini taşıyan kucaklayıcı ve kaynaştırıcı bir dilin doğuşuna vesile olmalılardır.

Muhtelif mezhep ve tarîkler içinden birini râcih diğerlerini mercûh kılacak sebeplerin bulunması zaten ait olduğumuz yeri tercihimizi mâkul kılan şeydir. Bir fazilet farkına inanmak, nispette akrebiyyet iddia etmek elbette tabiîdir ve bu kadarı herkesçe anlaşılabilirdir. İç bünyede kalmak şartıyla bu efdaliyet ve akrebiyetlerle iftihar edilip o nimet-i maneviyyeye şükran ifadelerinde bulunmak da eşyanın tabiatı gereğidir. Ama bu telakkîlerin âidiyetimiz dışındaki grupların hakka olan izafetlerini inkar retoriğine dönüşmemesi, tahkir, tezyif diline inkilap etmemesi ve nihayet nefret halini almaması gerekmektedir. Hatta muhataba saygının bir gereği olarak kendi aidiyetimize dair efdaliyet ve akrebiyet telakkimiz dışarıya karşı gerekmedikçe ve hususi bir maslahat olmadıkça zikredilmemeli, İslâmî ve ahlakî nezaket ve nezafete riayet edilmelidir.

Müktedâmızın (önderimizin) gayrına sebbetmek (hakaret etmek) ona olan nisbeti takviye ya da tahkim eden bir husus asla değildir. Devamlı sun’î rakip ve rekabet oluşturma ve onunla meşgul olarak aidiyet ispat etme tavrı esasında mutmain olmayan kalplerin yanlış noktada bir itmi’nan arayışından ibarettir. Öyle bir yanlış nokta ki şeytanı sevindirmekte, Müslümanları parça parça etmekte, kardeşlik bağlarımızı zedelemektedir.

Bir Müslüman için Kelâm-ı Kadîminde şüphesiz en mükemmel ef’âl , etvâr ve ahlak ölçüleri vaz eden Allah Teâla Enam Suresi 108. Ayette müminlere ;

وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِم مَّرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

“Onların Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah’a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi böyle süslü gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verir.”(Enam Suresi -108) buyurarak; müşriklerin Allah’tan mâadâ taptıklarına dahi (onların galeyân ile infiâline müncer olacak ve taassuplarını tetikleyecek surette) sebbetmeyi yasaklamaktadır.

Ümmet-i davet olan müşrikler için bize öğretilen bu diyalog ve müzakere üslûbu ümmet-i icabet olan biz müminler arasındaki aidiyet farklılıklarında evleviyetle riayet edilmesi gereken bir usul ve üsluptur. Şüphesiz Kuran’ın bize emrettiği bu usul müminlerin uhuvvet hissini takviye eden birçok nükteler barındırmaktadır.

Nitekim; Allah’ü Teâla razı olduğu kullarının vasıflarını beyan buyurduğu muhtelif ayetlerinde onları “(Müminlere karşı tezellül, alçak gönüllük sahibidirler), (Birbirlerine karşı merhametlidirler) vasıflarıyla tebcil etmektedir. Dikkat edilirse bu ayetlerdeki müminler sadece ‘iman’ müşterek vasfıyla bu tevazu ve merhamete terğîb ve teşvik olunmaktadırlar.

Kuran hiçbir kayıt koymaksızın ve üstelik tarik-i kasır ile “Müminler ancak kardeştir” buyururken, kimsenin müminler tavsifini başka vasıflarla takyid etmeye hakkı bulunmamaktadır. Sûfiyyenin büyüklerinin dahî şiddetle karşı çıktığı Zahir-Batın, Kabuk-Öz gibi ayrımlara giderek uhuvvet hislerimizi zayıflatmak asla tasvip edilemez. Müşterek izafetimiz olan Ehl-i Sünnet vel Cemaat aidiyetimiz her türlü nispetin üzerinde tutulmalı Kur’an-ı Hakim’in ve Sünnet-i Sahiha’nın bu noktada tesis ettiği kardeşlik bizi her türlü iftirak ve infiraddan muhafaza etmelidir.

Artık her dini grup ve cemaat memur olduğumuz bu uhuvvet ufkuna hizmet etmeli, İslam kardeşliğine vurgu yapmalı, muhabbet beslemedeki usûlî yanlışlık ve ifratla bünyede muzir telakkilerin oluşmasına sebebiyet veren kaba softaların ağızlarına mühür vurmalıdır. Aksi durum ümmeti kolayca yenilip hazmedilebilecek küçük gruplara ayırmaya ve bizi mutlak küfre karşı zayıf ve zelil kılmaya devam edecektir.

Bu yazdıklarımın, cemaat, tarikat ve hatta mezhep karşıtlarının dile getirdiği argümanlarla hiçbir ilgi ve alakası bulunmamaktadır. Bilakis mezhepsizliğin veya tasavvuf aleyhtarlığının hangi mülahaza ile olursa olsun mutlak idlâl edici (saptırıcı) cereyanlar olduğundan hiçbir kuşkum da yoktur. Fakat Hakikate uzak-yakın izafeti olan mezhep ve cemaatlerin ümmet mefhumunu umursamaz bir şekilde sadece kendi nisbî hakikatlerine ve gündemlerine odaklanmaları ve ümmet kardeşliğinin cemaat kardeşliği yanında neredeyse fark edilemeyecek derecede silikleşmesi hatta unutulması iş bu tasavvuf aleyhtarlarının ekmeğine yağ sürmektedir.

Eğer va’z-u irşadın merkezine rüyalar, vâkıalar, keramet nakilleri, emniyet telkîn eden cennet tebşirleri yerine âyât-ı münzele ve ehâdis-i nebeviyyeyi getiremezsek dini yaşayışımıza edile-i asliyye değil rivayet ve hikayeler hâkim olacaktır. Şeriatın hak etrafında ictima ve tevhidden ibaret özü, hakikati sahiplenmede inhisâra ve hased pratiğine, gerçek tasavvufun tevazu ve mahviyet (alçakgönüllülük) bahşeden ruhu gizli kibir ve istiğnâ retoriğine kalb olacaktır.

Yakînî olmayan makbulâtımızın neşesini sadece kendi hâs dairemizde ve gönül dünyamızda yaşayabilme erdemini elde etmemiz, hüsn-ü zanna müstenid itikat ve kanaatlerimizin başkaları için kat’iyyet arzetmediği gerçeğini idrak etmemiz, benzer kabullenişlerin dış bünyeden muhataplarımız için de söz konusu olduğunu unutmamız gerekmektedir.

Hasılı ‘Hak’ en büyük davamız, ‘uhuvvet’ yegâne devâmız olmalıdır.

Burhanettin Çağırıcı

CEMÂATİN BUGÜNKÜ YAPISINDAN “ÂLİM” ÇIKAR MI?

Başlangıçtan beri cemâatin en temel iddialarından birisi “hoca/âlim” yetiştirme iddiasıdır. Cemâati yakından tanıyan herkesin çok iyi bildiği bu hususun hangi oranda gerçekleştirilebildiği ise tartışmalıdır. Bu soruya verilecek cevap da aslında “âlim/hoca”dan ne kast edildiği ile doğrudan ilgilidir.

Eğer “âlim/hoca” ile kastedilen, cemâatin yurtlarında temel dînî bilgileri çocuklara öğretecek ve müfredâttaki ders kitaplarını okutabilecek kadar bilgili personel yetiştirmek ise bu hedefin büyük oranda gerçekleştirildiğini söylemek mümkündür.

Fakat “âlim/hoca” yetiştirmek ile kastedilen, Temel İslâm Bilimleri (tefsîr, hadîs, kelâm, fıkıh, tasavvuf, mezhepler tarihi vb.) alanında ihtisâs sahibi insan yetiştirmek ise bu şekilde bir hedefin gerçekleştirilebildiğini söylemek mümkün değildir. Zira cemâatin bir asra yakın geçmişinde bahsi geçen alanlarda yetişmiş ve ümmete mal olmuş tek bir isim göstermek mümkün değildir.

Esâsen cemâatin şu anda ve yakın geçmişte böyle bir gâyeye sahip olduğunu söylemek de mümkün değildir. Çünkü mevcut program ve uygulanışı, bu şekilde bir gâyeye sahip olunmadığını açık bir şekilde göstermektedir.

Oysa cemâatin kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin “Neden kitap yazmadınız?” sorusuna cevâben söylediği şu sözleri, kuruluş aşamasında bu şekilde bir gâyenin varlığını ispatlamaktadır:

“Selefin mum ışığında yazdığı paha biçilmez hazine misali eserlerin toprağa gömülerek çürüdüğünü, bakkallara satılarak çöplüklerde çiğnendiğini, bir kısmının da kütüphane raflarında tozlanmış ve çürümeye terk edilmiş olduğunu gördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, din ilimleri yok olmaya yüz tutmuş olan bir zamanda, kitap yazmaktansa, yazılan ilmî eserleri anlayarak anlatacak ve ilmi satırdan sadra intikal ettirip yaşatacak talebe, yani canlı kitap yetiştirmeyi daha lüzumlu buldum.”

Buna göre o, o günkü şartlar içerisinde kitap yazmaktansa geçmişte âlimler tarafından yazılan eserleri okuyup anlatacak “âlim/hoca” yetiştirmeyi daha zarûrî ve hayâtî görmüştür.

Bu sözler, kitap yazılmaması gerektiği anlamını da içermemektedir. Tam tersine ilmî eserleri okuyup okutacak ve onların üzerine bir şeyler ekleyecek nesil yetiştirme ihtiyaç ve hasretini ifade etmektedir.

Nasıl olduysa onun ortaya koyduğu bu ulvî gâye, zaman içerisinde yalnızca yurda personel olabilecek kadar ilim seviyesine sahip insan yetiştirmeye indirgenmiştir. Tabiri caizse kemmiyyet/sayısal çokluk, keyfiyyetin/vasıflı ve liyâkatli olmanın önüne geçirilmiştir.

Bunun sebepleri ve sonuçları üzerinde söylenecek çok söz olmasına rağmen şimdilik -çoğu yanlış işlerde olduğu gibi- bunun da arkasında yatan en büyük âmilin, idâreci konumunda bulunanların yanlış uygulamaları olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki ilim ve ders okutmak ile meşgul olan hocaların tamamı, bulundukları bölgenin idarecisinin tasarrufu altındadır. Yanlış bile olsa onun emir ve direktiflerinin dışına çıkamamaktadırlar. En küçük bir itiraz ya da tenkitleri, hocaların şiddetli ve diğerlerine ders olacak şekilde cezalandırılmalarına sebep olmaktadır.

Sayıca zaten çok az olan ilme, okumaya, araştırmaya, incelemeye, kitaplara vs. düşkün hocalar inşâatlara ve pasif görevlere verilmektedir. Âdetâ gizli bir el, cemâatte zaten cılız ve bireysel gayretlere bağlı olan ilim merakını ve meraklılarını cezalandırmaktadır. Daha da kötüsü, bu şekilde bir merak ve çaba “hizmet” olarak değerlendirilmemektedir.

Dahası mevcut müfredât bugünün şartlarında “âlim/hoca” yetiştirmek için yeterli değildir. Çünkü tefsir ve hadis gibi dinin en önemli iki kaynağına ait metinlere yönelik dersler müfredâtta yer almamaktadır. Celâleyn ve Beydâvî tefsîrleri gibi hacim bakımından oldukça küçük tefsîr eserlerini ya da Buhârî ve Müslim gibi en sahih kabul edilen iki hadis kitabını okuyan hoca sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır.

Aynı şekilde bu iki ilmin usûlüne (ulûmü’l-Kur’ân, tefsîr usûlü, ulûmü’l-hadîs, hadis usûlü) ait kitaplar da müfredâtta bulunmamaktadır. İlimlerin târihine ve tarihsel gelişimlerine yönelik herhangi bir ders de okutulmamaktadır. Hâlbuki bunlar olmadan istenen ilmî seviyenin elde edilmesi mümkün değildir.

Kaldı ki günümüz şartlarında klasiklerin yanı sıra din bilimlerine yönelik modern bilim dallarının da bilinmesi ve öğretilmesi gerekmektedir.

Netice itibarı ile bugünkü müfredât ve şartlar içerisinde ümmetin ihtiyaç duyduğu seviyede “âlim/hoca” yetiştirilmesi mümkün değildir.

Bugüne kadar yapılan iyi ve güzel işleri takdir etmenin yanı sıra bütün bunlar, yanlışları görmemize ve bunları tenkit edip îkâz ve ıslâh etmeye çalışmamıza engel olmamalıdır. Zira emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker vazifesi bunu gerektirir.

“Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!” (N.F.K.)

“(Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”

Zümer, 9. Ayet-i Kerime

Tunahan Erdoğan

CEMAAT RUHUNU ÖLDÜRMEYİN EFENDİLER..!

Cemaatler gönüllü teşekküllerdir.

Bu mahiyetleri itibariyle benimsedikleri yöntem ve usullerin de “gönüllülük” esasına dayanması icap eder.

Zira cemaat adını verdiğimiz yapılar, herhangi bir mecburiyet olmadan sırf Allah rızası için bir araya gelen insanlardan müteşekkil topluluklardır.

O sebeple cemaatlerde kemiyetten ziyade bu keyfiyetin muhafazası çok daha mühim bir meseledir.

Elinizin altındaki insanlara “Şu kadar kurban, şu kadar takvim, bu kadar umre yazdım” diyerek şirketlerinizin kârını katlayabilirsiniz.

Hatta bununla iftihar da edebilirsiniz.

Fakat cemaat ruhunu öldürdüğünüzde yaptığınız işin bir değeri kalmış olmaz.

Samimiyetle İslam’a hizmet gayretinde olan cemaatlere diyoruz ki…

– Lütfen ticaretten uzak durun.

Ticarete bulaştığınız vakit, tüccar zihniyetiyle hareket etmeniz icap eder. Yoksa batarsınız..

Hâlbuki cemaatten maksat, para kazanmak, şirketler kurmak ve cemaat mensuplarını bu şirketlerin “tabii müşterileri” haline getirmek değil ki…

Bakınız çok mühim bir şeyden bahsediyorum.

Size Allah rızası için gelmiş insanları ticari gayelere alet etmek ağır vebaldir.

Ne olur bunu yapmayın, holding mantığıyla hareket ederek cemaat ruhunu öldürmeyin!.

– Tasavvuftaki itaat kültürünü dünyevî gayeler için kullanmayın.

Cemaatten maksat Allah rızasıdır, vasıtaları asla bu maksadın önüne geçirmeyin!.

– Rasülullah’ın “Ümmetin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir” buyruğunu göz ardı ederek, kendinizi ümmetten tecrit etmeyin.

Unutmayın cemaat ümmetten bir cüz’dür, ümmet varsa cemaat vardır.

Karakollara düşmek pahasına Cezayir zulmünü kürsüden kınayıp ‘Kardeşlerimiz için dua edelim’ diyen Allah dostlarının yolundan gidenler ümmet şuuru noktasında herkesten çok daha hassas olmalıdırlar!.

– Başınızdaki zâtları sevin, sayın.

Fakat asla şahısperestlik yapmayın.

“Hata edersen seni kılıcımızla düzeltiriz ey emirel mü’minin!” düstûrunu hatırınızdan çıkarmayın!.

– Siyasetten uzak durun.

İlla siyasete meraklıysanız parti kurup boyunuzun ölçüsünü alın.

Ama bunu göze alamıyorsanız hiç o tahtaya basmayın!.

Evet, dini yapıları içeriden çürüten bu illetleri siz daha da artırabilirsiniz.

Eğer bu dostane uyarılara kulak vermez de bildiğinizi okumaya devam ederseniz, yarın ahirette Allah dostlarının iki elinin yakanızda olacağını unutmayın.

Faruk Türk

SİYASET DÂVÂ DEĞİLDİR; DÂVÂNIN HÂDİMİDİR

Siyaset en kestirme ifadesiyle devleti yönetmek demektir. Muhalefet de devlet yönetimine katkı yapar. Siyaset particilik demek değil. Partiler araçtır. Siyasetin asıl meselesi, devletin yönetilmesidir. Yapılan kavgaların, hakaretlerin, tahrik ve tahkirlerin devletin yönetilmesiyle bir ilgisi var mıydı? Gayri meşruluk ithamları, kötü niyet isnatları, ne ararsan var. Tam bir enerji, duygu, beyin israfı.

Seçim kazanmak, ‘başarılı olmak’ anlamına gelmiyor. Seçimi alan biri bundan dolayı aşırı seviniyorsa, ya sorumluluğunu müdrik biri değildir, ya da siyaseti kişisel çıkar ve egosuna merdiven olarak kullanmayı daha baştan aklına koymuştur. Özelikle mahalli seçimlerde seçimi kazanmak, sorumluluk sırtlanmaktır. Sırtlanılan yük ‘insan yükü’dür ve insan yükü Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle ‘ağır ve değerli’ bir yüktür. Ağırlığıyla sırtlananın belini büker, değerliliğiyle sorumluluğunu katlar. Seçimi kazananların birkaç ay içindeki hallerini görünce ders niteliğinde bir siyasi düşünce yazısı yazmadan edemiyorum.

Misyon için siyaset yapanlar, kendileri için değil temsil ettikleri misyon için destek isterler. Misyonsuz siyasette bir gün bile kalmazlar. Siyasete, bireysel ihtiras ve çıkarların ötesinde bir anlam yüklerler. Siyasete ruh, renk, tat ve koku katan, yani ona ‘kişilik’ kazandıran da budur. Sorumlu siyasetçi, misyonu olanlar arasından çıkar. Bu sorumluluk bazen öylesine ağır hissedilir ki, sahibi için bir milat bile olabilir. Vizyon için siyaset yapanların derdi ‘görünmek’tir. Onlar için ‘imaj her şey’dir. Onların makamlarına yükleyecekleri artı bir değer yoktur. Aksine bu gibiler bütün değerlerini makamlarından alırlar. Koltuğu kendisinden pahalı tipler böyle ortaya çıkar. Bu yüzden siyaset pazarında böylelerinin değeri olmaz, fiyakası ve fiyatı olur. Onların keyiflerine keder gelmesin. Siyaseti vizyon ve komisyon için yapanlar, öğüt almazlar, istişare etmezler, çevreye kulak kabartmazlar. Yanlışlarını, hatalarını kabullenip kendilerine çeki düzen vermezler. Her başarılı ve adil yönetici, başarısını doğru dürüst bir yakın çevreye borçludur. Buna tarih şahittir.

İnsanlığın vicdanı biz olalım. Mazlum ağladığı zaman ‘gözümün yaşını ilk kim siler’ diye düşündüğünde, ilk bize gelsin. Haksızlığa uğradığı zaman biri, benim haksızlığımı kim giderir diye ilk düşündüğünde bize gelsin. Biri hatta düşmanımız eşini birine emanet etmek istediğinde, kime emanet edebilirim ki güvenebilirim ki diye düşündüğünde, ilk aklına gelen biz olalım. Ben bunu istiyorum. Bu ümmet böyle olsun, benim gözümde yıldızdır. Kişi başı Milli Hasılada şuraya gelelim, ulusal bilgi üretiminde şuraya gelelim, silah üretiminde, teknolojide şuraya gelelim değildir mesele. Vicdanları ne kadar teskin ettiniz, kaç mazlumun ahını dindirdiniz, adalet çıtanız ve kat sayınız neredeydi nereye çıktı? İşte budur bütün mesele.

Bizde, ne çağı, ne dünü, ne yarını zerre kadar bilmeyen ve anlamayan ‘vur patlasın, çal oynasın’ mesuliyetsizliği, hâlâ hoplayıp zıplamaya devam ediyor. Her vesileyle tekrar edilir. Birlik ve bütünlüğü korumak, milli beraberlik. Nedir bunu sağlamanın yolu, icapları?

Siyaset bir araçtır. Onu amaç edinmemek şartıyla, insanın kendi amacı için kullanması zorunluluğu vardır. Biz kullanmazsak başkaları kullanır ve biz de göz göre olumsuz gelişmelere sadece seyirci kalırız. Statükoya razı olmak, her şeyi olduğu gibi kabul etmek, olana kendini uydurmak, elbet tasvip edilir bir davranış olamaz. Ama bunun tam zıddı, her şeyi reddetme, yani sadece tepkide bulunma, fakat yeni bir çözüm getirmek için hiçbir çaba sarf etmeme de, kabul edilecek bir tavır olamaz. Ülkeye sahip çıkmak, milletimize ve insanımıza sahip çıkmak birinci görevimiz olmalıdır. Tabii ümmete de…

Ülkenin, devletin bölünmezliği ve birliği, açıkça savunuluyor, aleyhinde de açık bir şey pek söylenmiyor. Peki, Milletin birliği ve bütünlüğü konusunda söylenenler nedir? Milletin birliği ve bütünlüğü güçlü olacaktır ki; ülkenin ve devletin birliği ve bütünlüğü korunabilsin. Esas olan, asıl olan, milletin birliği ve bütünlüğüdür. Gelin görün ki, asıl ihmal edilen orasıdır. Millet, milleti millet yapan değerler. Milleti millet yapan değerlere önem verilseydi ve onların sosyal hayatımızı yönlendirmesi sağlansaydı böyle mi olurdu? Türk milleti, etnik farkları kaynaştırıp ölümsüzleştiren manevileşmiş tarihi varlığıyla bir bütündür. Türk milleti Müslüman’dır. Dinini kaybedince milli özelliklerinin bütününü kaybeden ve milliyeti ile maneviyatı birbirinden ayrılmaz hale gelmiş bir millettir. Bu ülkenin inançlı kitleleri, yıllar yılı itilmiş-kakılmışları oynadılar. Kendilerini temsil iddiasıyla ortaya çıkan her oluşuma, canla başla sahip çıktılar ve desteklediler. Tek istekleri vardı: İnançlarını başı dik yaşamak, onurlarını korumak. Bu uğurda hiç bir fedakârlıktan çekinmediler. Hatta fedakârlıktan da öte, umutlarını diri tutmak için temsilcilerinin hatalarında hikmet aradılar. Fakat onları temsil iddiasıyla yola çıkanlar öyle hatalara imza attılar ki, bu munis, bu hasbi, bu sabırlı kitle dahi, ‘Artık bu kadarı da olmaz’ diyecek noktaya geldiler.

Her canlı varlık, manevi ve maddi sıhhat şartlarının sağlanması ile korunur. O şartların geliştirilmesi ile gelişir. Her şey buna bağlıdır. Meselenin esası, özü budur.

İstediğini düşün, istediğine inan yahut inanma, istediğin gibi davran; yalnız ‘bilim ve teknik’ öğren! Bizim insan anlayışımız bundan ibarettir! Böyle insanlardan aileyi, cemiyeti, milleti nasıl oluşturacaksınız? Böyle bir insan ve eğitim anlayışıyla neyi kıracaksınız, neyi nasıl koruyacaksınız? Hayat, manasıyla-maddesiyle bir bütündür. İnsan; kalbiyle, iradesiyle, şuuruyla, aklıyla bir bütündür. İslam’ın bütünlüğü, hayatın ve insanın bütünlüğünde anlaşılmak gerekir.

Medeniyetin kalbi insandır. Dinleyin medeniyetin kalbini! Kıvranıp duran insan ruhunun iniltilerine kulak veriniz! Ve biliniz ki; insanın şu halini görüp de İslâm’ı korku-tehlike kaynağı olarak göstermek hayata, kültüre, medeniyete ihanettir. İnsanlık suçudur. Bizim Batıcılardan bir gün Batılılar bile davacı olacaktır. Millet, devletin gerçeğidir müşahhasıdır, gücüdür, mesnedidir, varlık sebebidir.

Devleti korumak, milleti korumaktır. Milleti korumak, milleti millet yapan değerleri korumaktır. Meşruiyetin kaynağı, milleti millet yapan insanı insan yapan ve de yücelten değerlerdir. Eğer milletten, milletin kararından-iradesinden korkuyorsanız, milleti millet yapan, aileyi aile yapan, insanı insan yapan değerlerden korkuyorsunuz demektir. Ona teminat değil deva aranır. Demokrasiyi milletten koruyorsanız, nereye dayanacak sizin demokrasiniz? Demokrasiyi, laikliği (kutsalınız olmadığı için) kutsal yerine koydunuz. Demokrasiyi de millete korutursunuz. Bu hususta 15 Temmuz çok yönlü ve çok önemli bir örnektir.

İnsanlığımızı tartışılır hale getiren bir noktadaysak; birtakım mensubiyetlerin ve aidiyetlerin, sıfatların ve unvanların hiçbir anlamı kalmaz. ‘Bu da insanlık mı?’ dedirten haller eleştirilmez, sadece vasfı söylenip geçilir. Sevmeyi bilmeyenler kimseyi sevemez. Vefayı bilmeyenler kimseye vefa gösteremez. Kırgınlıkların, öfkelerin, incinmelerin, kırılmaların, hakaretleşmelerin Devlet yönetimiyle bunların ne ilgisi var?

Kavga, didişme; insanın ruhunu yer, kemirir. Uykuda bile dinlenemezsin.

Seviyeli mücadele ayrı bir bahistir. Seviyeli mücadelenin kuralları vardır; dinlenmeni, kendini yenilemeni, onarmanı engellemez. Ama bizde siyasi mücadele hiç böyle değil.

https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/yasar-degirmenci/siyasetcinin-misyonu-ne-29891.html?fbclid=IwAR2k5QtetgwtxPq3BHPljGEL4LXwTBrW7SVH77ptILXxcQv3eSjR4LtO5Pc

Yaşar Değirmenci