BİR FOTOĞRAF VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Bu fotoğraf ve hikaye, dizilerde padişah eşlerini ingiliz kraliçeleri gibi giydirenlere ve entrikacı gösterenlere ve de yalanlarla dolu ahlaksız dizileri izleyenlere gelsin..!

Cennetmekân Abdülhamit Han’ın kollarında ruhunu teslim ettiği, biricik Eşi Müşfika Hanımefendi’nin nadir fotoğraflarından biridir bu.

Koskoca Hünkâr’dan kalan mirası ise resimde görülen bu soba ve duvarda asılı “Gönül tahtına senden özge sultan olmaya Ya Rab” yazılı bir levha..

Müşfika Sultan vefatından önce tam 30 yıl evinden hiç çıkmamış. Hanımefendi kocasına çok bağlıymış ve hiç unutamamış.

Koca Hünkarın vefatından sonra 30 yıl evinden çıkmaması oldukça ibretlidir ama o kocasının üzüntüsünü duvarda ki,

“Gönül tahtına senden özge sultan olmaya Ya Rab” yani kalbime Allah’dan daha iyi ve güzeli var mı levhasıyla teselli olmuş…

Çok Hisse Alınacak Bir Levha Bu !

Bir röportajında muhabir; “30 yıldır kapıdan çıkmadığınıza göre vücut hareketiniz çok az oluyor demektir. Hiç rahatsızlık çekmiyor musunuz?”diye sorunca cevabı çok hoştur;

“Namaz kılıyorum evladım. Beş vakit namaz beni hem Allah’ıma yaklaştırıyor, hem de sıhhat kazandırıyor. Namazdan iyi hareket olur mu?”

Yaşar Değirmenci

EHL-İ SÜNNET NEDİR?

Ehl-i Sünnet’in ne olduğunu ya da ne olmadığını merak edenlere söylenebilecek en kestirme söz şudur.

İslâm tarihi ve İslâm medeniyeti diye bir şey varsa eğer, o, merkezinde Ehl-i Sünnet’in bulunduğu bir tarih ve medeniyettir.

Ehli Sünnet’i çekip aldığınızda ortada İslâm tarihi diye bir şey kalmayacağı gerçeği, Ehl-i Sünnet’in “fırkalardan bir fırka”ya indirgenemeyeceğini gösteren en çarpıcı hakîkattir.

Ebubekir Sifil

NE ZAMAN NORMALLEŞMİŞ SAYILIRIZ?

Normalleşmenin, anormal durumlardan sıyrılma halini ifade ettiğini farz edersek, Türkiye siyaseten hangi ölçüler içinde normalleşmiş addedilmelidir?

Mesela bugün itibariyle Türkiye’nin normalleştiği söylenebilir mi?

Bilhassa son dönemde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın şahsi inisiyatifiyle elde edilen kazanımların hukuki altyapısı tahkim edilmezse; bu baharın her an kışa çevirme riski taşıdığı unutulmamalıdır. Cennetmekan Sultan Abdülhamit’ten sonra gelen İT (İttihat ve Terakki) takımının devleti nasıl çökerttiği, milleti nasıl perişan ettiği asla göz ardı edilmemelidir.

Bu açıdan bakıldığında, en azından aşağıda bir kısmını saydığım hususlar devam ettiği müddetçe Türkiye’nin “normalleştiği” iddia edilemez diye düşünüyorum;

— Anaokulundan üniversiteye kadar genç dimağlara enjekte edilen ve devletin hücrelerine kadar sinmiş olan resmi ideoloji hükmünü icra ettikçe,

— Olağanüstü dönemlerde süngü ucu zoruyla alınmış ne kadar kanun, anayasa maddesi varsa hepsi yeni baştan milletin onayına sunulmadıkça,

— Tüm darbe, cunta, muhtıra faaliyetlerine katılmış, azmettirmiş, lojistik sağlamış asker, iş adamı, gazeteci kim varsa hepsi yargılanmadıkça,

— Anayasada “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” gibi maddeler yer almaya devam ettikçe,

— Cumhuriyet dönemi boyunca sorulmamış tek hesap, dokunulmamış tek zevat kalmadıkça,

— Resmi tarih tezlerini bir yana bırakıp günahı ve sevabıyla tüm tarihimizle yüzleşmedikçe,

— Atatürk ilke ve inkılapları üzerine yemin etme seremonisi devam ettikçe,

— Devlet ricalinin her fırsatta Anıtkabir’e çıkma ritüeli sürdükçe,

— 82 Darbe anayasası varlığını sürdürdükçe,

— 5816 sayılı yasa yürürlükte kaldıkça,

— Ayasofya kapalı durdukça…

Faruk Türk

DİYANET VE DİNÎ TERMİNOLOJİ

Harf inkılâbının tarihimize ve medeniyetimize verdiği zararın bir o kadarını da dinimize verdiğini söylemek için mütehassıs olmaya herhalde gerek yok. Bunu rahatlıkla ifade etmek mümkün.. İsmet İnönü’nün, harf inkılâbıyla ilgili itirafı zaten bu hususta fazla söze gerek bırakmayacak netliktedir. Bakınız harf inkılâbının asıl gayesi neymiş:
“Harf devriminin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.” (İsmet İnönü Hatıralar, Cilt 2, sh. 223)
Niyet apaçık ortada… Merdi kıpti şecaat arz ederken sirkatin söylermiş. Dünyanın en zengin tarihi, kültürel ve dini arşivi tek bir hamleyle anlamsız hale getirildi. Nice profesörler bir gecede “cahil” oluverdi. Bugün dedesinin mezar taşını dahi okuyamayan nesiller ortaya çıktıysa maksat bir anlamda hâsıl olmuş demektir. Konu uzun yara derin.. Uzatmayalım buradan Diyanet bahsine gelmek istiyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşundaki asıl gaye İslam’a hizmet değil, “TC tipi Müslüman” yetiştirmektir. (TC tipi müslümanlık bahsine bilâhare değiniriz.) Kurumun ilk reisi Rıfat Börekçi’nin şapka inkılâbında M. Kemal ile üstü açık arabada başında fötr şapkayla dolaştırılması, Diyanet’in hangi amaca matuf kurulduğunun işaretini vermekdedir. Buna rağmen zamanla kurumun başına hamiyetli ve samimi Müslümanlar gelmiş, kurumun hayırlı işlere imza atmasını temin etmeye çalışmışlardır. Allah onlardan razı olsun. Fakat ilk düğme yanlış iliklenince sonrakilerin de yanlış olması kaçınılmaz oluyor.
Diyanet bahsinde birçok sorunlar dile getirilebilir. Ancak bendenizin dikkatini çeken mühim bir hususu dile getirmem lazım.
İster hutbelerde olsun, ister vaazlarda, ister diğer konuşmalarda tercih edilen dil ve terminolojinin halkımızın alıştığı kadim din terimlerinden farklılıklar içermesidir. Dilerseniz derdimi örnek vererek anlatayım.
Mesela: Rasülullah Efendimiz (sav) ‘den ekseriyetle “Kutlu Nebi” diye söz ediliyor. Yüzlerce yıldır milletimizin diline “Rasülullah Efendimiz, Peygamber Efendimiz, Fahri Kâinat Efendimiz…” gibi birçok güzel ifadeler yerleşmişken “Kutlu Nebi” de nerden çıktı? Aynı şekilde “Kutlu Doğum Haftası” da yavan bir ifadeydi. Neyse ki, geçtiğimiz yıllarda bu düzeltildi. Meselâ Kur’anı Kerim yerine genellikle “Kerim Kitabımız” deniyor. Hâlbuki bizim kitabımızın adı Kur’an’dır. Kur’anı Kerim’dir. Buna benzer ifadeler belki sizin de dikkatinizi çekmiştir. Bilemiyorum.
Şimdi zaten Müslümanlar arasında yeteri kadar farklılıklar var, bir de terminolojide yeni farklılıklar icat edilmemelidir. Din bahsinde kutlu nebi, kutlu doğum gibi ifadeleri kusura bakmayın, şahsen yadırgatıcı ve yavan buluyorum. Daha geleneksel ve kadim Türkçe tercih edilmelidir. Diyanet’ten, bu konularda herkesten çok daha hassas olmasını beklemek hakkımızdır.

Faruk Türk

BÜYÜĞÜMÜZ BÖYLE DEDİ!

Şahsiyet-i fani üzerine, hakikat-i baki inşa edilmeyeceğini kavramak için illa acı tecrübeler mi gerekiyordu?

Şahsiyetler üzerinden hakikati ortaya koymaya çalışmak ve şahısların peşinden giderek, isabetli bir gidişat içerisinde olmak mümkün değildir. Burada sıkıntı, şahsiyetler üzerinden hareket eden kişinin yaptığı her şeyin doğru olduğu zehabına kapılmasıdır. Hak şahıslara göre şekil değiştiren bir durum değildir. Tersine insanlar Hak’ka göre şekil almalıdır.

Hakkın ve hakikatin merkezine kendini koyma ve tüm dünyayı kendi etrafında dönüyor sanma bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalananlar, bir gün doğru deyip şiddetle savunduğu davranışın tam tersi davranışı başka bir zaman yine aynı taassup ile savunma zafiyetine düşer.

“Büyüğümüz şöyle buyurdu”, “Büyüğümüz böyle dedi” ile istikamet belirleyenler, hakikatin dili ile konuştuklarından emin olamazlar. Bunun içindir ki; hedefe ulaşmaya çalışırken, muhakkik alimlerin Kitap ve Sünnet ışığında ortaya koydukları kaidelere göre hareket etmek zorundayız ve en önemlisi de birbirimize karşı değil, küfre karşı mücadele etmeliyiz.

Bu mücadeleyi sağlayabilmenin öncelikli şartı ihtilaftan uzak durarak birlik içinde olmakla sağlanır. Değişen teknolojinin, özellikle olumsuz sosyal etkileri, mücadele anlayışını zorlaştırmış olsa da, değişen dünyada ehli küfrün tüm silahlarının ne olduğunu ve nasıl bir karşılık içinde davranmamız gerektiğinin bilincinde olmamızı gerektirir.

Usul ve metot itibariyle ne yapılması, nasıl davranılması gerektiği açık, net ve belirgin olmalıdır. Usul daima esastan önce gelir. Esasa maksat ve usule yol, yöntem, metot olarak izah edersek, yanlış usulle esasa ulaşılamayacağından yani yanlış yol, yöntem ve metotla, maksat hasıl olmayacağından sonuç en nihayetinde hüsranla neticelenecektir.

Mücadelemiz kişilerle değil, ehli küfrün dayanmış olduğu fikirler ile olmalı ve gayemiz, ferdin ıslahına yönelik bir çaba olmalıdır. Kimin yaptığına bakılmaksızın yanlışlıklar ortaya konulmalıdır. Burada maksat hakikati beyan olmalıdır.

Bütün bunlar belli bir usul ve metotlarla yapılması, bu usul ve metotların tüm dava ehlince bilinir olması önem arz etmektedir.

Keyfilikten uzak olmak, bireysellikten kaçınmak, mücadele gücüne güç katar. Birlikten kuvvet doğar.

Çaba bizden tevfik ve inayet ise alemlerin Rabbindendir.

Saygılarımla

Alp Arslan

TASAVVUF

Şeriat ilahi nizamdır. Tasavvuf bu ilahi nizamı hakkıyla yaşama yoludur. Tarikat ve tasavvuf sizin daha iyi ibadet etmenize vesile olmuyor, haram ve helal dairesini en güzel şekilde ortaya koydurmuyorsa orada tasavvuf ve tarikatden bahsetmek abesle iştigaldir.

Tasavvuf,
Allahü teâlâyı, görür gibi ibadet etmektir. Hadis-i şerifde buyuruldu ki:
“Allahü teâlâyı görür gibi ibadet et! Sen Onu görmüyorsan da, O seni görüyor”. (Buhari)

Cüneyd-i Bağdadi:
Tasavvuf Hakkın sendeki seni öldürmesi ve kendisiyle yaşatmasıdır. Yani insanın nefsini yok etmesi ve yalnız Hakk’ın irade ve ihtiyarıyla hareket etmesidir.

Ma`ruf Kerhi de şöyle der: Tasavvuf, hakikatleri almak ve yaratılmışların elinde her ne varsa hepsinden ümidi kesmektir.

Yunus Emre’nin, (Şeriat, tarikat yoldur varana, hakikat, marifet andan içeru) sözü meseleyi ne kadar güzel anlatır.

Tasavvuf; kemale ermek için ruhu, ibadet, zikir ve fikir gibi şeylerle terbiye ettirip nefsi kalb hastalıklarından tezkiye etme yolunu gösteren ilimdir. Konusu, zikir, fikir, ahlak, riya, muhabbet, buğz, tevazu ve kibir, hırs, mürakabe, mücahede ve tevekkül gibi şeylerdir.

Fıkhı ve ilmihali bilmeden tasavvuf erbabı olduğununu zaneden cahillerden çekiyoruz ne çekiyorsak.

Fıkıh ilimini bilmeyen gençleri tasavvuf erbabı diye şartlandırırsanız, onlar sapıtarak keramet ehli olduklarını zannederler. Baktılar kendilerinde bir şey yok, başlarındaki idarecileri uçururlar. Şeyh uçmaz müridi uçurur noktası tamda budur.

Bir kimseye bağlanan ve inananlar, onu olduğundan daha üstün görürler. Onda olağanüstü değerler bulunduğuna inanır ve buna başkalarını da inandırmak isterler.
Bu ne tasavvuf nede tarikattır. Olsa olsa şeytanın maskaralığından baska bir şey değildir.

Selam ve dua ile


Adnan Bayraktar

MEŞVERET!

İş hususunda onlarla istişâre et ” (Al-ı İmrân, 15)

Hz. Peygamberimiz (s.a.s) istişâreye teşvik etmiş; kendisi de Bedir’de Ebû Sufyân’ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda Ensar’la müşâvere etmiş; ayrıca Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye’de, Taif Seferinde, İfk hadisesinde, ezan konusunda olduğu gibi birçok mevzuda ashabıyla istişâre etmiştir. Hatta Ebû Hureyre, Rasûlullah’tan daha çok ashabıyla istişâre eden kimse görmediğini belirtmektedir.

Islâmi idare Ali İmrân 159. ayette belirtildiği üzere meşveret (istişâre) esası üzerine kurulmuştur (Abdülkerim Zeydan, el- Vecîz f; usûli’l fıkh, Bağdad 1405/1985, )

Bu özelliğiyle İslam idaresi bir şahsın diktatörlüğüne dayanan “otokrasi”den;

kendisinde ilâhî bir sıfat olduğu iddiasıyla ortaya çıkan kişinin idaresine dayanan “teokrasi”den; üstün azınlık sınıfının hâkimiyetine dayanan “oligarşi”den;

kişilerin heva ve heveslerine göre idare ettiği “demagoji”den ayrılır (İzzüddin et-Temîmî, eş-Şûrâ beyne’l-Esâle ve’l-Muâsıra, Amman 1405/1985, s. 27-28).

Meşveretin anlamı, ehline danışmaktır,
Allah’a güvenerek, sebebe yapışmaktır.

Adnan Bayraktar

SİYASET DÂVÂ DEĞİLDİR; DÂVÂNIN HÂDİMİDİR

Siyaset en kestirme ifadesiyle devleti yönetmek demektir. Muhalefet de devlet yönetimine katkı yapar. Siyaset particilik demek değil. Partiler araçtır. Siyasetin asıl meselesi, devletin yönetilmesidir. Yapılan kavgaların, hakaretlerin, tahrik ve tahkirlerin devletin yönetilmesiyle bir ilgisi var mıydı? Gayri meşruluk ithamları, kötü niyet isnatları, ne ararsan var. Tam bir enerji, duygu, beyin israfı.

Seçim kazanmak, ‘başarılı olmak’ anlamına gelmiyor. Seçimi alan biri bundan dolayı aşırı seviniyorsa, ya sorumluluğunu müdrik biri değildir, ya da siyaseti kişisel çıkar ve egosuna merdiven olarak kullanmayı daha baştan aklına koymuştur. Özelikle mahalli seçimlerde seçimi kazanmak, sorumluluk sırtlanmaktır. Sırtlanılan yük ‘insan yükü’dür ve insan yükü Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle ‘ağır ve değerli’ bir yüktür. Ağırlığıyla sırtlananın belini büker, değerliliğiyle sorumluluğunu katlar. Seçimi kazananların birkaç ay içindeki hallerini görünce ders niteliğinde bir siyasi düşünce yazısı yazmadan edemiyorum.

Misyon için siyaset yapanlar, kendileri için değil temsil ettikleri misyon için destek isterler. Misyonsuz siyasette bir gün bile kalmazlar. Siyasete, bireysel ihtiras ve çıkarların ötesinde bir anlam yüklerler. Siyasete ruh, renk, tat ve koku katan, yani ona ‘kişilik’ kazandıran da budur. Sorumlu siyasetçi, misyonu olanlar arasından çıkar. Bu sorumluluk bazen öylesine ağır hissedilir ki, sahibi için bir milat bile olabilir. Vizyon için siyaset yapanların derdi ‘görünmek’tir. Onlar için ‘imaj her şey’dir. Onların makamlarına yükleyecekleri artı bir değer yoktur. Aksine bu gibiler bütün değerlerini makamlarından alırlar. Koltuğu kendisinden pahalı tipler böyle ortaya çıkar. Bu yüzden siyaset pazarında böylelerinin değeri olmaz, fiyakası ve fiyatı olur. Onların keyiflerine keder gelmesin. Siyaseti vizyon ve komisyon için yapanlar, öğüt almazlar, istişare etmezler, çevreye kulak kabartmazlar. Yanlışlarını, hatalarını kabullenip kendilerine çeki düzen vermezler. Her başarılı ve adil yönetici, başarısını doğru dürüst bir yakın çevreye borçludur. Buna tarih şahittir.

İnsanlığın vicdanı biz olalım. Mazlum ağladığı zaman ‘gözümün yaşını ilk kim siler’ diye düşündüğünde, ilk bize gelsin. Haksızlığa uğradığı zaman biri, benim haksızlığımı kim giderir diye ilk düşündüğünde bize gelsin. Biri hatta düşmanımız eşini birine emanet etmek istediğinde, kime emanet edebilirim ki güvenebilirim ki diye düşündüğünde, ilk aklına gelen biz olalım. Ben bunu istiyorum. Bu ümmet böyle olsun, benim gözümde yıldızdır. Kişi başı Milli Hasılada şuraya gelelim, ulusal bilgi üretiminde şuraya gelelim, silah üretiminde, teknolojide şuraya gelelim değildir mesele. Vicdanları ne kadar teskin ettiniz, kaç mazlumun ahını dindirdiniz, adalet çıtanız ve kat sayınız neredeydi nereye çıktı? İşte budur bütün mesele.

Bizde, ne çağı, ne dünü, ne yarını zerre kadar bilmeyen ve anlamayan ‘vur patlasın, çal oynasın’ mesuliyetsizliği, hâlâ hoplayıp zıplamaya devam ediyor. Her vesileyle tekrar edilir. Birlik ve bütünlüğü korumak, milli beraberlik. Nedir bunu sağlamanın yolu, icapları?

Siyaset bir araçtır. Onu amaç edinmemek şartıyla, insanın kendi amacı için kullanması zorunluluğu vardır. Biz kullanmazsak başkaları kullanır ve biz de göz göre olumsuz gelişmelere sadece seyirci kalırız. Statükoya razı olmak, her şeyi olduğu gibi kabul etmek, olana kendini uydurmak, elbet tasvip edilir bir davranış olamaz. Ama bunun tam zıddı, her şeyi reddetme, yani sadece tepkide bulunma, fakat yeni bir çözüm getirmek için hiçbir çaba sarf etmeme de, kabul edilecek bir tavır olamaz. Ülkeye sahip çıkmak, milletimize ve insanımıza sahip çıkmak birinci görevimiz olmalıdır. Tabii ümmete de…

Ülkenin, devletin bölünmezliği ve birliği, açıkça savunuluyor, aleyhinde de açık bir şey pek söylenmiyor. Peki, Milletin birliği ve bütünlüğü konusunda söylenenler nedir? Milletin birliği ve bütünlüğü güçlü olacaktır ki; ülkenin ve devletin birliği ve bütünlüğü korunabilsin. Esas olan, asıl olan, milletin birliği ve bütünlüğüdür. Gelin görün ki, asıl ihmal edilen orasıdır. Millet, milleti millet yapan değerler. Milleti millet yapan değerlere önem verilseydi ve onların sosyal hayatımızı yönlendirmesi sağlansaydı böyle mi olurdu? Türk milleti, etnik farkları kaynaştırıp ölümsüzleştiren manevileşmiş tarihi varlığıyla bir bütündür. Türk milleti Müslüman’dır. Dinini kaybedince milli özelliklerinin bütününü kaybeden ve milliyeti ile maneviyatı birbirinden ayrılmaz hale gelmiş bir millettir. Bu ülkenin inançlı kitleleri, yıllar yılı itilmiş-kakılmışları oynadılar. Kendilerini temsil iddiasıyla ortaya çıkan her oluşuma, canla başla sahip çıktılar ve desteklediler. Tek istekleri vardı: İnançlarını başı dik yaşamak, onurlarını korumak. Bu uğurda hiç bir fedakârlıktan çekinmediler. Hatta fedakârlıktan da öte, umutlarını diri tutmak için temsilcilerinin hatalarında hikmet aradılar. Fakat onları temsil iddiasıyla yola çıkanlar öyle hatalara imza attılar ki, bu munis, bu hasbi, bu sabırlı kitle dahi, ‘Artık bu kadarı da olmaz’ diyecek noktaya geldiler.

Her canlı varlık, manevi ve maddi sıhhat şartlarının sağlanması ile korunur. O şartların geliştirilmesi ile gelişir. Her şey buna bağlıdır. Meselenin esası, özü budur.

İstediğini düşün, istediğine inan yahut inanma, istediğin gibi davran; yalnız ‘bilim ve teknik’ öğren! Bizim insan anlayışımız bundan ibarettir! Böyle insanlardan aileyi, cemiyeti, milleti nasıl oluşturacaksınız? Böyle bir insan ve eğitim anlayışıyla neyi kıracaksınız, neyi nasıl koruyacaksınız? Hayat, manasıyla-maddesiyle bir bütündür. İnsan; kalbiyle, iradesiyle, şuuruyla, aklıyla bir bütündür. İslam’ın bütünlüğü, hayatın ve insanın bütünlüğünde anlaşılmak gerekir.

Medeniyetin kalbi insandır. Dinleyin medeniyetin kalbini! Kıvranıp duran insan ruhunun iniltilerine kulak veriniz! Ve biliniz ki; insanın şu halini görüp de İslâm’ı korku-tehlike kaynağı olarak göstermek hayata, kültüre, medeniyete ihanettir. İnsanlık suçudur. Bizim Batıcılardan bir gün Batılılar bile davacı olacaktır. Millet, devletin gerçeğidir müşahhasıdır, gücüdür, mesnedidir, varlık sebebidir.

Devleti korumak, milleti korumaktır. Milleti korumak, milleti millet yapan değerleri korumaktır. Meşruiyetin kaynağı, milleti millet yapan insanı insan yapan ve de yücelten değerlerdir. Eğer milletten, milletin kararından-iradesinden korkuyorsanız, milleti millet yapan, aileyi aile yapan, insanı insan yapan değerlerden korkuyorsunuz demektir. Ona teminat değil deva aranır. Demokrasiyi milletten koruyorsanız, nereye dayanacak sizin demokrasiniz? Demokrasiyi, laikliği (kutsalınız olmadığı için) kutsal yerine koydunuz. Demokrasiyi de millete korutursunuz. Bu hususta 15 Temmuz çok yönlü ve çok önemli bir örnektir.

İnsanlığımızı tartışılır hale getiren bir noktadaysak; birtakım mensubiyetlerin ve aidiyetlerin, sıfatların ve unvanların hiçbir anlamı kalmaz. ‘Bu da insanlık mı?’ dedirten haller eleştirilmez, sadece vasfı söylenip geçilir. Sevmeyi bilmeyenler kimseyi sevemez. Vefayı bilmeyenler kimseye vefa gösteremez. Kırgınlıkların, öfkelerin, incinmelerin, kırılmaların, hakaretleşmelerin Devlet yönetimiyle bunların ne ilgisi var?

Kavga, didişme; insanın ruhunu yer, kemirir. Uykuda bile dinlenemezsin.

Seviyeli mücadele ayrı bir bahistir. Seviyeli mücadelenin kuralları vardır; dinlenmeni, kendini yenilemeni, onarmanı engellemez. Ama bizde siyasi mücadele hiç böyle değil.

https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/yasar-degirmenci/siyasetcinin-misyonu-ne-29891.html?fbclid=IwAR2k5QtetgwtxPq3BHPljGEL4LXwTBrW7SVH77ptILXxcQv3eSjR4LtO5Pc

Yaşar Değirmenci